Örnek Resim

Ceza İnfaz Düzenlemesine Yönelik İHOP Ortak Görüşü

Ceza İnfaz Yasası’nda Değişiklik Yapılmasına Yönelik Kanun Teklifi üzerine İHOP Ortak Görüşü

6 Nisan 2020

Bu Yasa Teklifi Toplumun Vicdanını ve Adalet Duygularını Sarsacaktır!

Devletlerin, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin sağlık hizmetlerinden tam olarak yararlanmasından sorumlu olduğu tartışılmaz bir yükümlülüktür.  Alıkonulma yerleri, fiziksel, sosyal ve çevresel koşulları bakımından ve korunmak için gerekli olduğu açıklanan “sosyal mesafe” tedbirinin gerçekleşemeyeceği mekânlardır. Bu nedenle, alıkonulma yerlerinin özellikle salgın durumlarında hangi tedbirler alınarak ve nasıl yönetileceği konusu da özel bir önem taşımaktadır.

7 Nisan Salı günü TBMM Genel Kurulunda görüşüleceği açıklanan “Ceza İnfaz Yasası’nda Değişiklik Yapılmasına Yönelik Kanun Teklifi”, içeriği ve kapsamı açısından incelendiğinde, insan hakları örgütleri tarafından ısrarla ifade edilen sorunlara ve taleplere yanıt vermemektedir. Bu teklif insan hakları dikkate alınarak düzenlenmediği gibi, bir salgınla mücadele etmek üzere insanların güvenliğini ve sağlığını esas alan koruyucu tedbirler sağlayacak bir yönetim planından da yoksundur. Keza bir salgın sırasında kapalı infaz kurumlarında gözetilmesi gereken temel koruyucu kriterlerden de yoksundur.

Dünya Sağlık Örgütü, BM İşkenceye Karşı Sözleşme Organları, Avrupa Konseyi İşkenceye Karşı Komite gibi kuruluşlar tarafından da açıkça ifade edilen temel kriterler, bu teklifin ne gerekçelerinde ne de maddelerinde yapılan düzenlemeler de gözetilmemiştir.

Bu teklif ile cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlüler arasında ayrımcılık yapılmaktadır. Yaşanan salgın riski nedeniyle bu ayrımcılık, yaşam hakkı bakımından cezaevindeki insanlar arasında tercih yapmaktadır. Oysa devletin görevi herkesin yaşam hakkını eşit bir biçimde korumaktır.

Uzun yıllardır Türkiye’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin gündeminde yer alan hasta mahpuslar, yaşlı mahpuslar, çocukları ile birlikte özgürlüğünden alıkonulmuş kadın mahpusların öncelikle ve ayrımsız olarak tahliye edilmeleri ve salgından korunmaları sağlanmalıdır.

Öte yandan, başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları olmak üzere, uluslararası insan hakları kuruluşları ve Türkiye’deki insan hakları örgütleri tarafından yıllardır ısrarla ifade ettiği gibi Türkiye, ifade özgürlüğünün en hoyratça ve keyfi olarak ihlal edildiği ülkelerin başında gelmektedir.

Türkiye’nin bir diğer insan hakları sorunu da yargılama öncesi ya da yargılama sırasındaki tutuklulukla ilgilidir. Uzun tutukluluk uygulamalarının bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığına dair çok güçlü emareler bulunmaktadır. Terör kavramının son derece muğlak olduğu, hoşa gitmeyen ifadelerin bile kolaylıkla terör suçuyla ilişkilendirildiği Türkiye’de ceza ve tutukevleri, gazeteciler, siyasetçiler, sanatçılar, insan hakları savunucuları ve sivil toplum kuruluşu mensupları ile doludur.

Çıkarılan yargı reform paketleri, yapılmaya çalışılan insan hakları eylem planı, aslında Adalet Bakanlığı’nın bu sorunları bildiğini ve kabul ettiğini de göstermektedir. Eğer bazı istisnalar olacak ise bu istisnalar, kamu vicdanını yaralayacak ve adalete olan güveni sarsacak bir ayrımcılık olarak konulan hükümlerle değil, her bir bireyin kendi koşulları üzerinden tanımlanmalıdır.

Bu salgın, Türkiye’nin sadece sağlık tedbirleriyle değil, bu tedbirler münasebetiyle insan haklarına olan saygısını ve bağlılığını da ortaya çıkaracak ciddi bir sınavıdır aynı zamanda.  Bu fırsat kaçırılmamalıdır. Bu nedenle, insan onurunu temel alan, insan hakları hukukuna uygun ölçütlerin kullanıldığı, şeffaf ve denetlenebilir bir planın acilen devreye konulmasını ve insan hakları örgütlerinin sesine kulak verilmesini talep ediyoruz.

Eşit Haklar İçin İzleme Derneği – Hak İnisiyatifi Derneği – İnsan Hakları Derneği –

İnsan Hakları Gündemi Derneği – Yurttaşlık Derneği

 

ORTAK AÇIKLAMA-20 Mart 2020

ORTAK AÇIKLAMA

20 Mart 2020

Bir halk sağlığı sorunu olarak Corona Virüs Salgını (COVID-19) ile mücadele ettiğimiz bir ortamda, sesini en az duyduğumuz, erişimimizin en az olduğu tüm kapalı kurumlar, özel bir çalışma alanı olarak karşımızda durmaktadır.

Sağlık bakımı hakkı ve sağlıklı koşullara sahip olma hakkı, sağlık hakkının temel iki bileşenidir.  Sağlık hakkı, bir devletin egemenlik alanı içinde hangi statüde olursa olsun herkes için hayata geçirilmesi gereken bir haktır. Devletler, mahpusların bakımlarıyla yükümlüdür. Yetersiz sağlık önlemleri veya hijyen, beslenme, mekân, ısıtma, aydınlatma, havalandırma, fiziksel aktivite ve sosyal temaslar kaynaklı tüm önlenebilir sağlık bozukluklarından mahpuslara karşı devlet sorumludur.

Cezaevlerinde bulaşıcı hastalıkları yaygınlaştırıcı nedenler arasında, çok sayıda insanın bir arada tutulması, havalandırma yetersizlikleri, tuvalet banyo gibi mekanların ortak kullanıma açık olması, salgın hastalıklarla baş etme uygulamalarında yetersizlik, yemekhaneler ve mutfakların hijyen yetersizliği, farklı ekonomik olanaklara sahip olanların yeterli hijyen sağlayıcı araçlara erişimlerindeki yetersizlikler ve mahkumların salgın hastalıklar konusundaki bilgilerinin yetersizliği gelmektedir.

Türkiye’de ceza ve tutukevleri uzun bir süredir aşırı doluluk sorunu ile karşı karşıyadır ve henüz bu sorun çözülmüş değildir. Yetkililerin de kabul ettiği üzere yaklaşık 300.000 tutuklu, hüküm özlü ve hükümlü kişi ceza infaz kurumlarında kalmaktadır.

Aşırı doluluk sorunu, bulaşıcı hastalıkları yaygınlaştırıcı nedenlerin başında gelmektedir. Oysa bu sorun, çözülmesi en kolay sorunlardan biridir. Bu süreçte acilen başvurulması gerekli tedbirler olarak,

  • Sadece ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kullandıkları için hapishanelerde bulunan tüm tutuklu ve hükümlüler şartsız şekilde serbest bırakılmalıdır,
  • Hakkında hüküm verilmemiş tüm tutuklular adli kontrol mekanizması uygulanarak serbest bırakılmalıdır,
  • Virüsten daha kolay etkilendiği bilimsel olarak da kabul edilen 60 yaş üstü tüm mahkûmların, kronik hastalıklar nedeniyle bağışıklık sistemi yetersizliği bulunan tüm mahkûmların ve çocuklarıyla birlikte hapishanelerde bulunan mahkûm annelerin denetimli serbestlik mekanizması uygulanarak serbest bırakılması ciddi şekilde değerlendirilmelidir.

Hapishanelerde kalanlar bakımından dış dünya ile temasın kısıtlanmasından ziyade günlük yaşantılarının daha sağlıklı hale gelmesini sağlayacak özel tedbirlerin alınması elzemdir.  Örneğin, mahpusların virüs hakkında bilgilendirilmesi, temizlik malzemelerine erişimlerinin kolaylaştırılması, açık hava egzersizlerinin çoğaltılması, havalandırma sistemlerinin güçlendirilmesi, temiz su sağlanması ve düzenli sağlık kontrollerinin kayıt altına alınması da bu tedbirler arasındadır.

Elbette hapishaneler için alınacak önlemler bunlarla sınırlı kalmamalıdır. Hapishanelerde kalacak olan her insanın sağlık bakımı ve sağlıklı koşullara sahip olma hakkının tesisi ve başta tutuklu aileleri ve yakınları olmak üzere, ilgili sivil kurumları ve toplumu sürekli olarak bilgilendirecek şeffaf bir yönetim anlayışının etkili olacağı bir yönetim mekanizmasının acilen hayata geçirilmesi gereklidir.

SAVAŞ BİR ÇÖZÜM DEĞİLDİR!

İnsan Hakları Ortak Platformu

 ORTAK AÇIKLAMA

4 Mart 2020

2011 yılından bu yana süren Suriye’deki iç savaşın, muhtemel bir Türkiye-Suriye savaşına dönüşme potansiyeli taşıması, hepimizi kaygılandırmaktaydı. TBMM tarafından hükümete sınır ötesi askeri operasyonlar da yapabilme izni veren tezkereyle başlayan süreç, milletlerarası sözleşmeler bakımından ciddi problemlere neden olacağı için, resmen telaffuz edilmese de, ne yazık ki, artık fiili bir sıcak savaşa dönüşmüş durumdadır.

Devletlerin ve hükümetlerin, aralarında çıkan ihtilaf ve problemleri çözebilmeleri için yegâne yöntem diyalog ve müzakere yoludur. Bunun için ellerinde her zaman diplomasi gibi kıymetli bir araç bulunmaktadır. Ne var ki, kimi zaman diplomasi ve sağduyu bir tarafa bırakılıp insan hayatını hiçe sayan zora dayalı yöntemler devreye girmekte ve devreye sokulan askeri güçlerle sorunların çözülebileceği düşünülmektedir.

Savaşlar, insan yaşamının ve insan hakları ihlallerinin yoğun olarak görüldüğü büyük acı ve yıkımlara sebep olan travmatik hadiselerdir. Bu nedenle, ülkeler arası sorunların diyalog ve diplomasiyle çözülmesi için uluslararası mekanizmalar duyarlı kılınmalı ve sonuna kadar zorlanmalıdır.

Savaşlar, binlerce insanın hayatına mal olan ve milyonlarca insanın yerinden edilerek mülteci konumuna düşüren bir insanlık dramıdır.

Mültecilerin araçsallaştırılmasının ve devam eden savaş halinin, bölgede sürmekte olan insan hakları ihlallerini daha da derinleştirdiği ve topyekûn savaş korkusu yarattığını endişeyle izliyoruz.

Geldiğimiz noktada gerek medyadaki militarist yayınların gerekse çeşitli çevre ve grupların açıkça savaşı destekleyen kampanyalar yaparak iç kamuoyunu şekillendirmeye çalışmakta oldukları görülmektedir. Tarihte pek çok örneği yaşanmış felâketlere yol açan böylesi girişimlerin, toplumu giderek nasıl bir cinnete sürükleyebilme potansiyeli taşıdığını, yakın tarihte çevremizde yaşanan savaşlarda gördük.

Sığınmacı ve mülteciler uluslararası ilişkilerde politik bir koz olarak kullanılmamalı, uluslararası sözleşmelerden doğan temel haklarının kabulü için Türkiye’ye sığınmış olan Suriyeli ve diğer ülkelerden mültecilerin, güvenli buldukları ülkelere geçişinin önündeki engeller kaldırılmalıdır.  Herhangi bir düzenlemeye fırsat verilmeden sınır kapılarında yığılan ve Avrupa’ya geçme isteğinde olan mültecilerin insan kaçakçıları vb. gibi güvensiz yolları kullanmaları önlenmelidir.

Devletlerin yükümlülüklerinin sınır kapılarında bitmediğini hatırlatıyor ve Türkiye de dâhil olmak üzere tüm AB ülkelerinin imzaladığı “Geri Kabul Anlaşmalarının ardına sığınan devletleri, insan onuruna saygılı, hak ve özgürlükleri koruyan bir politika benimsemeye davet ediyor; geriye dönülmesi zor ve çok acılı bir sürece doğru sürüklenebileceğimiz konusunda, herkesi duyarlı olmaya çağırıyoruz.

 Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, İnsan Hakları Derneği,

İnsan Hakları Gündemi Derneği, Yurttaşlık Derneği

Türkiye’de insan hakları savunuculuğu suç olmaktan çıkarılmalıdır!

ORTAK AÇIKLAMA

19 Şubat 2020, İstanbul Çağlayan Adliyesi

Öncelikle dünkü duruşmalarında beraat kararı verilerek tahliye edilen başta Osman Kavala olmak üzere tüm arkadaşlarımıza geçmiş olsun diyoruz. Bu davadada tıpkı birazdan izleyeceğimiz dava gibi akla ve hukuka uymayan, gerçeklerden uzak, insanların gündelik hayatları ve ilişkileri bir suç eylemi olarak gösterilerek insanlar suçlu gösterilerek mağdur edildiler ve büyük bir hukuk mücadelesi yaşandı. Ne var ki, Osman Kavala’nın yeniden gözaltına alınmasıyla başlatılan yeni bir süreç karşısında adalet yerini buldu diyemiyoruz.

Yaklaşık üç yıl önce 11 insan hakları savunucusuna karşı açılan ve Büyükada Davası olarak bilinen davanın 27 Kasım 2019 tarihinde yapılan 10. Duruşmasında Savcılık mütalaasını vermişti. Biraz sonra arkamızdaki Çağlayan Adliyesi’nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 11. duruşması başlayacak. Aslında hiç açılmaması gereken Büyükada davası, avukatların ve sanık konumuna düşürülen insan hakları savunucularının iki yılı aşkın bir süre boyunca asılsız iddiaları çürüten delilleri dava dosyasına taşımakla geçti.

Bu süre içersinde beş kez savcı değişti. Savcılığın bu süreç içerisinde dava dosyasına iddianamede yer alan suçlamalar bakımından lehte ve aleyhte herhangi bir kanıt eklemediğine şahit olduk.  Böyle bir çabanın gösterilmemesinin yanı sıra, savcılığın 27 Kasım 2019 tarihinde yapılan duruşmada sunduğu mütalaa ile dosyada yer alan ve iddianamede öne sürülen iddiaları çürüten delillerin de hiçbir biçimde değerlendirilmediğini gördük.

Bir ceza davasında savcılık makamının rolü adaletin gerçekleşmesi ve bunun için maddi gerçekliğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu nedenle savcılık makamının görevi, ne pahasına olursa olsun sanıkların cezalandırılmasını sağlamak değildir. Ceza davasında savcı tarafından sanıklar aleyhine sunulan tüm deliller çürütülmesine ve suçun oluşmadığına dair sanıklar lehine deliller ile kanıtlanmış olmasına rağmen, yine de sanıkların cezalandırılması talep edilmiştir. Oysa savcıların asıl görevleri, hakikatin ortaya çıkmasına katkı sağlamaktır.

“Savcılar için Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa İlkeleri”nde tanımlandığı üzere bir ceza davasında savcılık makamının temel görevi “sanığın lehine ya da aleyhine olup olmadığına bakmaksızın sanığı etkileyen durumlar da dâhil olmak üzere davanın tüm hususlarını göz önünde bulundurmaktır”.

Bu ilke, savcıların rolünün ne pahasına olursa olsun haklarında suç işledikleri iddiasıyla açılan davalarda insanların mutlaka cezalandırılmaları değil, aksine adaleti arayan bir mekanizma içinde hareket etmeleri ve maddi hakikatin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunmak olduğunun altını çizmektedir. Dolayısıyla savcılık makamının görevi, lehe deliller sunulmuş, aleyhteki iddialar delillerle çürütülmüş ise bunları görmek ve maddi hakikati ortaya çıkaracak biçimde değerlendirmektir.

Bir davanın açılması için gerekli olan delil düzeyi ve yeterliliği ile bir sanığın mahkûm edilmesi için gerekli delil düzeyi ve yeterliliği aynı değildir. Büyükada davasının iddianamesinde delil olarak ortaya konulan her şeyin kovuşturma sürecinde çürütülmüş olmasına rağmen Savcılık makamının bunları yok varsayan bir mütalaa hazırlaması hukuku görmezlikden gelmektir. Eğer davada ileri sürülen deliller değerlendirilmeyecek ise, iddianamede yer alan suçlamalar o zaman kovuşturma süreçlerine niye ihtiyaç duyulmaktadır?

Hukuk insanlarının keyfi davranışlardan kaçınarak meslek etiğine uygun davranma yükümlülüğü, bu tür davalarda varlığını daha da ağır hissettirmektedir.

Mahkemeyi, mütalaanın açık ve fahiş hatalarını dikkate alarak bu davada yargılanmakta olan tüm insan hakları savunucularını beraat ettirme yönünde karar vermeye davet ediyoruz.

Türkiye’de insan hakları savunuculuğu suç olmaktan çıkarılmalıdır.

Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Kadın Koalisyonu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararsı Af Örgütü Türkiye Şubesi, Yurttaşlık Derneği

Tahir Elçi cinayetinde üç polis “şüpheli”

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesi soruşturmasında 4 yıl sonra şüpheliler tespit edildi. Savcılık, soruşturma dosyasına “şüpheli” olarak kaydedilen ve halen aktif görevde olan üç polisin ifadelerini aldı.

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesi soruşturmasında şüpheliler tespit edildi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Elçi’nin vurulması sırasında sokakta bulunan ve silahlarını ateşledikleri tespit edilen üç polisi “şüpheli” sıfatıyla dosyaya kaydetti.

Cinayeti soruşturan savcı halen aktif görevde bulunan üç polisin “şüpheli” sıfatıyla ifadelerini aldı. Böylece dört yıldan sonra ilk kez dosyada şüpheliler yer almış oldu. Şüpheli polislerden ikisi başka şehirlerden Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi ile biri ise bizzat savcılığa gelerek ifade verdi. Şüphelilerin ifadesi 9 ve 10 Ocak’ta soruşturma savcısı tarafından alındı.

Soruşturma kapsamında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca sorgulanan polislerin ifadesine DW Türkçe ulaştı. Elçi cinayeti ile ilgili sorgulanan şüpheli polislerin üçü de suçlamayı reddetti. Şüpheli polislerden S.T. olay sırasında kaçan PKK’lılardan birinin açtığı ateş sonucu karnından yaralanmış. Tahir Elçi’nin basın açıklaması nedeniyle bölgede görev aldıklarını söyleyen S.T., bir süre sonra silah sesleri duyduğunu ifade etti. Silah sesi duyduktan bir dakika sonra önünden bir kişinin geçtiğini belirten S.T., bu kişiye ateş ettiğini, hemen arkasında bir kişinin daha geçtiğini ve bu kişiye de ateş etmeye başladığını kaydetti. 5-6 el ateş ettiğini söyleyen şüpheli, “Şahıs beni geçtikten sonra arkası dönük vaziyette bana bir el ateş etti. Karın boşluğumdan yaralandım.  Yaralandıktan sonra bulunduğum yere çöktüm ve ateş etmedim. Olay esnasında Tahir Elçi’yi görmedim.  Ateş ederken atış menzilimde kimse yoktu. Tahir Elçi’yi ben öldürmedim. Teröristleri etkisiz hale getirmek için ateş ettim.” dedi.

“Tahminim, o gün suikast için oraya gelmişlerdi”

Olay sırasında silahını ateşleyen polislerden F.T. ise çatışma başlamadan önce Tahir Elçi ile arasında bir ya da iki metre mesafe olduğunu söyledi. Sokağa giren ikinci kişinin kendilerine ateş ettiğini söyleyen F.T., kendisinin de bu kişiye doğru ateş ettiğini ifade etti. Daha sonra Dört Ayaklı Minare’nin altında bir kişinin yerde yattığını gördüğünü söyleyen F.T., “Tahir Elçi’nin vurulma anını görmedim. Tahir Elçi’ye ben ateş etmedim. Tahir Elçi benim atış menzilimde değildi. Kimin vurduğunu görmedim. Ben bu olayın teröristler tarafından planlandığını düşünüyorum. Olay yerinde kimlik tespiti yapılan teröristlerin siyasi ve askeri eğitim aldıklarını biliyorduk. Tahminim suikast için oraya gelmişlerdi” dedi.

“Gömleğinden anladım”

Şüphelilerden M.S. ise ilk anda Dört Ayaklı Minare’nin altında yatan kişinin Tahir Elçi olduğunu anlamadığını belirterek, “Bir süre sonra bu kişinin Tahir Elçi olduğunu giydiği gömlekten anladım. Tahir Elçi’nin vurulduğu anı görmedim. Bulunduğumuz yerin 10 metre ötesindeki hendek kazılmıştı. Tahmin ettiğim kadarıyla başka terör örgütü üyeleri buradan bize ateş ediyordu. Tahir Elçi’yi vuran kişi ya da kişileri bilmiyorum. Olay anında silahlı şahsı durdurmak için ateş ettim. Tahir Elçi’yi ben vurmadım” diye konuştu.

Dört yıldır devam eden Tahir Elçi soruşturmasında 2020 yılına kadar ciddi bir ilerleme olmadı. Elçi’nin öldürülmesinden saatler sonra, olay yeri incelemesi yapmak için bölgeye giden ve aralarında dönemin Başsavcısı Ramazan Solmaz’ın da bulunduğu heyete saldırı düzenlenmişti.

Üç polisin yaralandığı saldırı nedeniyle ilk gün deliller toplanamadı. İki gün sonra olay yerine giden keşif heyetine yine ateş açıldı. Çatışma devam ettiği için keşif çalışması dört ay sonra yapılabildi. Ancak bu sürede delillerin büyük kısmı kayboldu, Elçi’ye isabet eden mermi çekirdeği de bulunamadı. Toplanan 23 parça delilin incelenmesi ile hazırlanan bilirkişi raporunda ise Elçi’nin nasıl vurulduğunun tıbben ve fiziken bilinemeyeceği açıklandı.

Hendek olayları sırasında yakalanan bir kişi ise Elçi’yi PKK’lıların öldürdüğünü gördüğüne dair ifade verdi. Ancak, bu ifade Elçi soruşturması dosyasına girmedi.

Görüntüler Londra’da incelendi

Cinayetle ilgili etkin soruşturma yapılmadığını açıklayan Baro ise olay yerinde çekilen video görüntüleri Londra Üniversitesi Adli Mimarlık Bölümü’ne gönderip, rapor hazırlattı. Raporda, Elçi’yi öldüren kurşunun Yıkık Kaya Sokak’ta ateş eden üç polisten birinin silahından çıktığı ve bu polislerden birinin kesin fail olduğu not düşüldü.

Baro, bu raporu soruşturma savcısına sundu, ancak savcılık olası şüphelilerin ifadesini almadı ve raporla ilgili işlem yapmadı. Raporla ilgili işlem yapmayan savcılık, dosyanın tamamını Adli Tıp Kurumu’na gönderip, yeni rapor hazırlanmasını istedi. Ancak ilk rapor dışında başka bir rapor hazırlanmayacağı gerekçesiyle bu talep reddedildi.

İşlem yapılmayan dosya, Mayıs ayında Diyarbakır’a atanan Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Yavuz’un göreve başlaması ile yeniden açıldı. Elçi’nin ölüm yıldönümü olan 28 Kasım 2019 günü yaptığı açıklamada dosyada önemli mesafe kat edildiğini söyleyen Yavuz, “Baro’nun sunduğu tüm taleplere olumlu yaklaşıyoruz. Kısa sürede dosyanın tamamlanması için çalışıyoruz.” dedi. Başsavcı’nın bu açıklamasından 43 gün sonra, Londra Üniversitesi’ne bağlı Adli Mimarlık Bölümü’nce hazırlanan raporda olası fail olarak tespit edilen üç polisin ifadeleri alındı.

25 yılla yargılanabilirler

Hukuk çevreleri, dört yıl boyunca ilerleme sağlanmadığı için failler bulunsa bile, cezası iki yıldan altı yıla kadar olan “taksirle öldürme” suçundan işlem yapılacağını düşünüyordu. Ancak soruşturma savcısı şüphelilerin ifadelerini, “olası kastla adam öldürme” suçlamasıyla aldı.

Türk Ceza Kanunu’na göre, fail suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen eylemi gerçekleştiriyorsa “Olası kastla öldürme” suçundan soruşturma yapılıyor. Bu durumda şüpheliler hakkında 20 yıldan 25 yıla kadar hapis istemiyle iddianame hazırlanıp, dava açılabiliyor. Savcı, tam olarak aydınlatılamayan ancak yoğun şüphe bulunan olaylarda da takdiri mahkemede olmak üzere iddianame hazırlayıp, yargılama yapılmasını talep edebiliyor.

Bundan sonra ne yapılacak?

Hukukçular, olası şüphelilerin tespit edilmesi ve ifadelerinin alınmasının ardından savcının kısa sürede iddianame hazırlayacağı görüşünde. İddianame hazırlanır ve kabul edilirse, şüpheliler “sanık” sıfatına girecek ve Ağır Ceza Mahkemesi’nde “olası kastla adam öldürme” suçundan 20 yıldan 25 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Ancak, savcının delilleri yeterli bulmayıp, şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verme yetkisi de var.

Felat Bozarslan

© Deutsche Welle Türkçe

Alternatif Bir Yargı Reformu Stratejisine Doğru Çalıştayı

İnsan Hakları Ortak Platformu ve Uluslararası Hukukçular Komisyonu (ICJ) Ankara’da 16 Aralık 2019 tarihinde bir tam günlük Alternatif Bir Yargı Reformu Stratejisine Doğru başlıklı bir çalıştay gerçekleştirmektedir. Bu çalıştay Avrupa Birliği Demokrasi ve İnsan Hakları Programı tarafından desteklenen proje kapsamında yürütülmektedir.

Bildiğiniz gibi, Adalet Bakanlığı Mayıs 2019’da bir Yargı Reformu Strateji Belgesi ilan etmiştir. Belgede öngörülen hedefler “hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi, hak ve özgürlüklerin daha etkin korunup geliştirilmesi, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının güçlendirilmesi, sistemin şeffaflığının artırılması, yargısal süreçlerin basitleştirilmesi, adalete erişimin kolaylaştırılması, savunma hakkının güçlendirilmesi ve makul sürede yargılanma hakkının daha etkin korunması” olarak belirtilmiştir.

Ancak bu Yargı Reformu Stratejisi (YRS), hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunması kapsamında istenen sonucu ortaya koymamaktadır. Uluslararası Hukukçular Komisyonu (ICJ) ve İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP), Türkiye’nin Yargı Reformu Stratejisi ve Yargı Bağımsızlığı başlıklı 18 Kasım 2019 tarihli raporunda yapısal sorunları ele alan değişiklikler yapılmadığı takdirde, hazırlanan strateji ile yargı bağımsızlığının sağlanmasının mümkün olmadığını belirtmiştir (ekte raporumuzu bulabilirsiniz).

16 Aralık 2019 tarihinde düzenlenecek çalıştayda mevcut yargı reformu stratejisi tartışmaya açılarak uluslararası hukuk ışığında stratejinin eksiklikleri, yargı bağımsızlığı açısından stratejinin temel sorunları değerlendirilecek, alternatif bir yargı reformu stratejisinin nasıl olması gerektiği tartışılacaktır.  Katılımcılar tarafından temsil edilen her kuruluşun alternatif YRS hazırlığına ilişkin kendileri bakımından ilgili konuları sunması ve tartışmaya açması gerekecektir. İnsan hakları için adalete erişim konusu alternatif yargı reformu stratejisi kapsamında ele alınacak, katılımcıların bu konuda da katkılarına ihtiyaç duyulacaktır. Çalıştayın amacı alternatif yargı reformu stratejisi için eylem programı oluşturmak ve belirlenecek 10 önceliğin gerçekleştirilebilmesi için savunuculuk faaliyetlerine yol haritası oluşturmaktır. Olması gereken yargı reformu stratejisi detayları ile tartışmaya açılacaktır.

Çalıştay Programı

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi

Büyük acıların, yıkımların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, o güne kadar insanlığın biriktirdiği tüm değerleri kapsayan insan hakları fikrinin tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Bu bildiri bugün devletin insan hakları yükümlülüklerine vurgu yapan tüm insan hakları belgelerinin ve standartlarının temel dayanağını oluşturur. Bildiri her bir bireyin onurlu ve eşit haklar temelinde yaşamını öngören insan hak ve özgürlüklerinin esasıdır. Dünyanın her yerinde insanların hak ve özgürlükler bakımından büyük baskılar altında olduğu bu yıl bildirinin 71. yılı kutlanıyor.
Biz de İnsan Hakları Ortak Platformu olarak insan hak ve özgürlüklerinin korunmasına ve geliştirilmesine yönelik tüm çabalara katkı vermek amacıyla bildiriyi Türkçe ve Kürtçe olarak yayınlıyoruz.

Yaygınlaştırmanız dileğiyle…

İndirmek için tıklayınız.İndirmek için tıklayınız.

İnsan Hakları Savunucularında Travma ve Başaçıkma

İnsan Hakları uluslararası hukukta güvence altına alınmıştır, ancak bu hakların hayata geçmesi ve sürdürülebilmesi için çalışmak riskler içerebilir. Bu riskler, özellikle hak ihlallerinin yoğun olduğu ülkelerde ve dönemlerde çok daha yoğundur. Dolayısıyla, insan hakları savunucuları, bir yandan doğrudan kendi yaşamlarına yönelik tehditlere maruz kalırken, bir yandan da, haklarını savundukları kişi ve toplulukların yaşadıklarına tanık olur ya da bunların bilgisine sahip olurlar. Bu zorluklar, hak savunucularının fiziksel güvenliğine olduğu gibi, psikolojik sağlıklarına yönelik olarak da önlemler alınması ve müdahale yolları geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koyar.

Bu kitapçık Kapasite Geliştirme Derneği tarafından yürütülen ve Çek Cumhuriyeti Büyükelçiliği tarafından desteklenen “İnsan Hakları Savunucularının Güçlendirilmesi” projesi kapsamında hazırlandı. Kitapçıkta, Türkiye’de insan hakları ihlallerinin neden olabileceği psikolojik sonuçların ortaya çıkmasına ilişkin mekanizmalar, insan hakları savunucularının doğrudan maruz kaldıkları tehditler ve yaptıkları işin doğası itibariyle tanık oldukları zorlukların neden olabileceği psikolojik sonuçlar ve bu sonuçlarla başa çıkma yolları gözden geçirilmektedir.

El kitabına erişmek için travma_basacikma

 

ORTAK AÇIKLAMA-İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARININ ÜZERİNDEKİ BASKIYI KALDIRIN

ORTAK AÇIKLAMA

İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARININ ÜZERİNDEKİ BASKIYI KALDIRIN

27 Kasım 2019

Çağlayan-İstanbul

İki yıl önce 11 insan hakları savunucusuna karşı açılan ve Büyükada Davası olarak bilinen davanın 10. duruşması birazdan arkamızdaki Çağlayan Adliyesi’nde, İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

Bu arada, bu davanın soruşturmasına paralel olarak 2017 yılında Büyükada’da yapılan toplantıya katılan 10 insan hakları savunucusu aleyhine “Siyasal veya Askeri Casusluk, Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkındaki Kanuna muhalefet” iddialarıyla açılan bir soruşturmanın da kanıt yokluğu nedeniyle 2018 yılında takipsizlikle sonuçlanmış olduğunu öğrendik.

Biz bunu zaten söylemiştik. Çalışmaları tamamen insan hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesine adanmış insan hakları savunucuları, bu asılsız iddialar nedeniyle günlerce gazetelere manşet oldu. Haklarında senaryolar üretildi. Bu gazeteler ve görsel-işitsel medya sahte haberlerle insan hakları savunucularını ve insan hakları çalışmalarını karaladı.

Daha önce Haziran 2017’de önce gözaltına alınan daha sonra tutuklanan Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Onursal Başkanı Taner Kılıç hakkında “silahlı örgüte üye olmak” suçlamasıyla açılan dava, Büyükada Davası ile birleştirilmişti. Bir yıldan daha fazla tutuklu kalan Taner Kılıç geçtiğimiz yıl ağustos ayında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Taner Kılıç’a isnat edilen suçun gerçekleşmediğine ilişkin bilirkişi raporları dava dosyasındadır.

İnsan hakları savunucuları hakkında hiçbir somut delile dayanmadan “terör örgütlerine yardım” suçuyla haksız bir biçimde açılan bu davanın bugün (27 Kasım) görülecek olan duruşmasında savcının mütalaasını vermesi bekleniyor.

Biz insan hakları savunucularının beklentisi, kamu adına hareket eden savcının yine kamu adına bu haksızlığa ve ortaya çıkan eziyete artık son vermek adına beraat talebinde bulunması ve davanın böyle sonuçlanmasıdır.

İnsan hakları savunucuları olarak tek talebimiz arkadaşlarımızın en doğal hakkı olan özgürlükleridir.

 

Eşit Haklar İçin İzleme Derneği – Hak İnisiyatifi Derneği – Hakikat Adalet Hafıza Merkezi – İnsan Hakları Derneği – İnsan Hakları Gündemi Derneği – Kadın Koalisyonu – Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği – Türkiye İnsan Hakları Vakfı – Uluslararası Af Örgütü – Yurttaşlık Derneği