Örnek Resim

Çerkes Soykırımını Kınıyoruz

Çerkesya halklarının 19. Yüzyıl’da yaşadığı büyük trajedinin üzerinden 151 yıl geçti. 21 Mayıs 1864 günü tarihe Çerkes soykırımının simgesi olarak kazındı. Çarlık Rusyası, Kafkasya’nın doğusunda, Dağıstan ve Çeçen-İnguş Bölgesi’nde, savaş boyunca kadın, çocuk ayırmaksızın tam bir imha politikası izledi. 1 milyonu aşkın Çerkes katledildi, daha fazlası vatanından sürgün edildi. 500 binin üzerinde insan sürgün yolculuğunda ve ilk yerleştikleri bölgelerde yaşamını yitirdi. Sadece Trabzon’da 53 bin Çerkes öldü. Vubıhların dilini konuşabilen kalmadı. Adıgelerin bir boyu olan Natuhayların adı bugün sadece tarih kitaplarında kaldı.

Osmanlı ve Çarlık Rusyası, Çerkeslerin sürgün edilmesinde anlaştı, çünkü Osmanlı’nın “göçmene” ve savaşacak güce ihtiyacı vardı. Osmanlı planlı bir iskân politikası uyguladı. Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlu bölgelerine ve potansiyel tehlikelere karşı bariyer oluşturacak şekilde, Balkanlar’da Müslüman olmayan halkların civarına, Ortadoğu’da Suriye-Ürdün hattına, Anadolu’da Samsun-Hatay hattı üzerine, İstanbul çevresine, Marmara Denizi doğu ve güneyine yerleştirildi.

Çerkes halkına karşı uygulanan bu sürgün ve soykırım yöntemi sonraki yıllarda başka halklara karşı uygulanan sürgün ve soykırım politikalarına da örnek teşkil etti.

Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık için direnen Çerkesler dünyanın dört bir yanına dağıtıldılar. Bu tarifsiz acıyı daima yüreklerinde taşıdılar ve ağıtlarını kuşaktan kuşağa aktardılar. Çerkesler şimdi dünyanın 40 civarındaki ülkesinde yaşamlarını sürdürüyor. Vubıh, Abaza ve Adıgelerin Türkiye’deki nüfusu, kadim topraklarında yaşayanlardan çok daha fazla. Bugün Çerkeslerin en büyük bölümü Türkiye’de yaşıyor. Anadolu’daki Çerkes nüfusu 5 milyonu aşıyor.

Çerkes Halkının dağılmışlığının, dilinin ve kültürünün yok olmanın eşiğine gelmesinin temel nedeni uğradıkları soykırım ve sürgündür. Rus Çarlığının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçıları olan Rusya ve Türkiye’nin tarihleriyle yüzleşerek “Çerkes Soykırım ve Sürgünü”nü tanımaları ve Çerkes halkının uğradığı haksızlıkların telafi edilmesi için gerekli çalışmaları başlatmaları gerekmektedir.

Çerkeslerin 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile İstanbul’da kurdukları derneklerin ve okulun Cumhuriyet döneminde kapatılması, Çerkes Ethem’e hain damgası vurulması, 1922 yılı Aralık ayında başlayan Gönen-Manyas’taki Çerkes köylerinin doğuya sürgünü gibi uygulamalar ve yasaklar Çerkeslerin soykırım acısını katmerleştirdi.

Türkiye’deki diğer halklar gibi Çerkesler de inkâr ve asimilasyon politikalarının kurbanı olmuştur. Toplumsal barışın inşası için Türkiye’de yaşayan tüm farklı kimliklerle beraber Çerkeslerin de dillerini, kültürlerini, kimliklerini yaşayabilmek ve yaşatabilmesi adına tüm kolektif hakları tanınmalı ve var olan yasal engeller kaldırılmalıdır.

21 Mayıs günü “Çerkes Soykırım ve Sürgün Günü” olarak tanınmalıdır.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Seçim Sürecinde Siyasal Partilere Yönelik Saldırılar Seçim Güvenliğinin Olmadığını Göstermektedir

İHD dokümantasyon merkezinin tespit edebildiği verilere göre 23 Mart 2015 ile 19 Mayıs 2015 tarihleri arasında partilerin seçim bürolarına/araçlarına, adaylarına, mitinglere ve çalışanlarına yönelik baskın, saldırı, tehdit ve polis baskınları sayısı 126 olup, bu saldırılardan 114’ü HDP’ye, 7’si AKP’ye, 4’ü CHP’ye ve 1’i MHP’ye olmuştur. Bu saldırılarda toplam 49 kişi darp edilip yaralanmış olup, bunlardan 47’si HDP’lidir. Bu saldırılar nedeni ile 7 kişi gözaltına alınıp bunlardan 1 tutuklanmıştır.

Seçim çalışmaları sürecinde toplam 125 kişi gözaltına alınmış 8 kişi tutuklanmıştır. Bu seçim sürecinde gözaltına alınma sırasında 32 HDP’li işkence ve kötü muameleye uğradığı iddiasında bulunmuş, yine bu süreçte HDP’nin 2 mitingi, 1 konseri yasaklanmış,, 1 yürüyüşü engellendi ve 1 miting meydanının tahsis edilmesine izin verilmemiştir.

7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak milletvekili genel seçimleri ile ilgili uygulanan Anayasa hükümleri ve yasalar, 12 Eylül 1980 darbe sonrası darbeciler tarafından hazırlanan çerçevede varlığını sürdürmektedir. Anti demokratik içeriğe sahip bu yasalarla seçim güvenliğinin sağlanamayacağı da açıkça ortaya çıkmıştır. %10 seçim barajının uygulandığı seçim sisteminde TBMM’ye girecek parti sayısının milletvekili dağılımları üzerinde oldukça önemli etkileri olacağından HDP’nin barajı geçip TBMM’de temsil edilmesi Türkiye’de yeni bir siyasi dengenin kurulmasını da beraberinde getirebilir, bu nedenledir ki siyasal partilere yönelik ihlaller en fazla HDP üzerinde gerçekleşmiştir.

Barış ve çözüm sürecinde seçimler nedeni ile siyasal iktidardan kaynaklı olarak sürecin dondurulması ve Abdullah Öcalan üzerinde yeni tür bir tecrit uygulanması HDP’ye yapılan saldırıları da adeta izah etmektedir. Siyasal iktidar sözcüleri HDP’yi PKK’nin uzantısı olarak göstermekte, bu şekilde bir söylem birliği içerisine girmekte ve sürekli ötekileştirici bir dil kullanarak HDP’yi yasadışılıkla ve şiddetle iç içe olmakla itham etmektedir. İHD’nin hazırladığı bu raporda tam tersine bir sonuç çıkmıştır. Üzerinde şiddet uygulanan parti maalesef HDP olmuştur. Dolayısıyla siyasi propaganda mevcut gerçekliğin üzerini ört bas edememektedir.

Kürt sorununun demokratik çözüm sürecinde HDP’nin TBMM’de temsil edilmesi hayati bir öneme sahiptir. Çözüm sürecinin önemli muhataplarından olan bir siyasal partinin TBMM dışında kalması için seçim sürecinde bu partiye yönelik yaygın ve sistematik saldırıların gerçekleşmiş olması Türkiye’nin geleceği bakımından da büyük bir risk teşkil etmektedir. Türkiye’nin en önemli sorunu olan ve Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için mutlaka çözmesi gereken Kürt sorununu HDP’siz çözmek mümkün gözükmemektedir. Bu gerçeklikten hareketle HDP’nin de serbest ve özgür bir ortamda hiçbir baskıya maruz kalmadan seçim propagandasını yürütmesi ve eşit koşullarda faaliyet yürütmesi gerekmektedir.

Raporumuzda belirtilen ihlallerin giderilebilmesi bakımından aşağıdaki önerilerimizin hayata geçirilmesini talep etmekteyiz.

1-         Seçim sürecinde siyasal iktidar sözcüleri tarafından kullanılan ötekileştirici ve suçlayıcı dilin terk edilerek yasalar nezdinde eşit durumda olan siyasal partilerin aynı muameleye tabi tutulması gerekmektedir.

2-         Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarafsızlık ilkesine bağlı olarak tarafsızlığını muhafaza etmesi ve seçim sürecinde gerçekleştirdiği mitinglere son vermesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanının muhalefet partilerine yönelik söylemi sona ermeli ve partiler arası siyasal yarışa müdahale etmemelidir.

3-         Seçim sürecinde kullanılan nefret söyleminin terk edilerek bu söylemi kullananlar hakkında nefret suçundan etkili soruşturmalar açılmalı ve bunlar kovuşturmaya dönüşmelidir.

4-         Seçimlerin dürüstlük ilkesi uyarınca gerçekleşmesinden sorumlu olan YSK’nın seçime giren partilere yönelik ötekileştirici ve nefret içeren söylemlere karşı uyarıcı görevini yerine getirmesi gerekmektedir.

5-         Anayasa uyarınca seçim sürecinde atanan ve tarafsız olması gereken İçişleri ve Adalet bakanlarının yaşanan bu saldırılar karşısında tarafsızlıklarına uygun olarak etkili soruşturma yürütmeleri gerekmektedir. Bir partiye yönelik hemen hemen her gün gerçekleşen saldırıların önlenememiş olması İçişleri ve Adalet bakanları bakımından ağır hizmet kusuru oluşturmaktadır.

6-         Seçim sürecinde özellikle HDP’ye yönelik saldırılar barış ve çözüm sürecinin sona ermesini amaçlayan çeşitli çevreler tarafından provakasyon amaçlı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla barış ve çözüm sürecinin çökmemesi bakımından bu tip provakasyonlara gelinmemesi konusunda kamuoyunun duyarlı olması sağlanmalıdır.

7-         Adana ve Mersin’de HDP’ye yönelik bombalı saldırılar devlet içerisindeki yasa dışı yapılanmaların hala etkisini ciddi olarak sürdürdüğünü göstermektedir. Bu durumda siyasal iktidarın siyasal sorumluluğu uyarınca devlet içerisindeki çete yapılanmaları konusunda etkili tedbirler alması gerekmektedir.

8-         Seçim sürecinde olası provakasyonların yaşanma ihtimali olduğundan demokratik kamuoyunun duyarlılığını sürdürmesi ve kamuoyu baskısı oluşturarak bu tip saldırıların hiçbir siyasal partiye fayda getirmeyeceğini ortaya koyması gerekmektedir.

9-         Yaşanan saldırılar nedeni ile ilgili Cumhuriyet savcılarının etkili soruşturma yürütmesi, saldırıya uğrayanları değil saldıranlar hakkında gözaltı ve tutuklama işlemi gerçekleştirmesi ve bu konuda siyasal iktidardan gelebilecek baskılara boyun eğmemeleri gerekmektedir.

Bilanço ve rapor için tıklayınız.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Mısır’da Ölüm Cezaları Uygulanmamalı, Muhammed Mursi ve Tüm Siyasi Mahpuslar Serbest Bırakılmalıdır!

(Mısır Devlet Başkanı General Sisi’ye Açık Mektup)

3 Temmuz 2013 günü General Sisi’nin liderliğinde Mısır ordusu tarafından Mısır’da askeri darbe gerçekleştirmek yolu ile siyasal iktidara el konmuş, devlet başkanı Sayın Mursi başta olmak üzere seçim yolu ile iktidarda bulunanlar hapsedilmiştir. Mısır’da gerçekleştirilen askeri darbe bizlere 12 Eylül 1980 günü Türkiye’de gerçekleştirilen askeri darbeyi hatırlatmıştır. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen Ortadoğu’da hala askeri darbeler yolu ile siyasal iktidarlara el konulması Ortadoğu’nun kaderi olmaktan çıkamamıştır. Ortadoğu’da yaşayan halklar da demokratik değerlere dayalı bir demokraside insan haklarına bağlı yönetimler tarafından yönetilebilmeli ve siyasal iktidar serbest seçimler dışında hiçbir şekilde el değiştirmeden devam edebilmelidir.

Mısır Devlet Başkanı Sayın Sisi

Bu mektubu kaleme almamdaki asıl sebep ülkenizde siyasal nedenlerle hapsedilmiş bulunan siyasi mahpuslardan yüzlercesinin ve son olarak seçilmiş devlet başkanı sayın Mursi’nin ölüm cezası ile cezalandırılmış olmasıdır. Siyasi mahpuslara ölüm cezasını veren mahkemenin olağanüstü yetkilerle donatılmış bir meci olduğunu ve doğrudan doğruya siyasal iktidarı kullanan sizler tarafından yönlendirildiğini düşünmekteyiz. Dolayısıyla verilecek kararın geri alınması yada ölüm cezalarının infaz edilmemesi tamamen sizlerin yetkisindedir.

Türkiye’de 12 Eylül 1980’de askeri darbeyi gerçekleştiren generallerden hayatta olan Ahmet Kenan Evren ve Ali Tahsin Şahinkaya ağırlaştırılmış müebbet hapis istemi ile Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2014/137 E sayılı dava dosyasında yargılanmış ve müeppet hapis cezası ile cezalandırılmışlardır. 9 Mayıs 2015 günü ölen Ahmet Kenan Evren’in cenazesine hiçbir siyasi parti katılmamış olup, Türkiye’deki kamuoyu baskısı galip gelmiştir. Darbeyi yapan generaller ile ilgili ayrıca verdikleri ölüm cezası kararları ve bu kararların infaz edilmesi ve sistematik işkence nedeni ile yaşamını yitirenler hakkında da insanlığa karşı suç işlemekten dolayı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda devam eden ayrı bir soruşturma bulunmaktadır.

Türkiye örneğini vermemdeki maksat aradan 30 yıl geçtikten sonra bile darbe yapan kişiler hakkında dava açılabileceğini ve yargılama yapılabileceğinin mümkün olduğunu göstermek içindir. Bu durumu özellikle sizleri Mısır’da olası insan hakları ihlallerini önlemeniz bakımından caydırıcılık olması için belirtiyorum.

Bildiğim kadarı ile Mısır, BM Kişisel ve Siyasal Uluslar arası Sözleşmesi ile BM Ekonomik Sosyal ve Kültürel Uluslar arası Sözleşmesi’ni onaylamış ve yürürlüğe koymuştur. BM Kişisel ve Siyasal Uluslar arası Sözleşmesi’nin 6. maddesinin 1. fıkrasında her insanın doğumla kazandığı yaşam hakkına sahip olduğu, bu hakkın yasa ile korunacağı, hiç kimsenin yaşamından keyfi olarak yoksun bırakılmayacağı belirtilmiş, 6. maddenin 2. fıkrasında ölüm cezasının kaldırılmamış bulunduğu ülkelerde ölüm cezası hükmünün ancak suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan yasaya uygun olarak ve çok ağır ciddi suçlar için verilebileceği, bu cezanın ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir hüküm üzerine infaz edilebileceği düzenlenmiştir. 6. maddenin 4. fıkrasında ölüm cezasına mahkum edilen herhangi bir kişinin bu cezanın affını yahut başka bir cezaya çevrilmesini isteme hakkına sahip olacağı, ölüm cezası hükmü için af yada başka cezaya çevirme kararının her durumda verilebileceği belirtilmiş, maddenin 5. fıkrasında 18 yaşından küçüklere ölüm cezası verilemeyeceği ve hamile kadınların ölüm cezasının infaz edilemeyeceği belirtilmiş, 6. maddenin 6. fıkrasında bu madde hükmünün ölüm cezasının kaldırılmasını geciktirmek yada engellemek amacı ile ileri sürülemeyeceği açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Ülkenizin onaylayarak sorumluluk altına girdiği BM Sözleşmesi hükmü gayet açıktır. Siyasi mahpusların siyasi fiilleri nedeni ile olağanüstü yetkilerle donatılmış merciler tarafından hiçbir şekilde ve hiçbir koşulda ölüm cezası verilemez. Böyle bir ceza kesinlikle infaz edilemez. Bu cezanın kaldırılmaması yada infaz edilmesi doğrudan doğruya sizlerin hukuki ve cezai sorumluluğunu doğuran ağır bir fiil olacaktır. Bu nedenlerden ötürü verilmiş olan ölüm cezalarının kaldırılmasını ve hiçbir şekilde infaz edilmemesini talep etmekteyiz.

Biz insan hakları savunucuları tüm dünyada ölüm cezasının kaldırılması için mücadele etmekteyiz. Devletler ölüm cezası uygulayarak intikam alamazlar. Çağdaş ceza hukukunda ölüm cezasına yer yoktur. Dünyadaki örnekler göstermiştir ki ölüm cezası ile elde edilmek istenen hiçbir amaç gerçekleşmemiştir.

Bu mektubumla sizlere Türkiye’den seslenerek, Türkiye’de yaşanan gelişmeleri aktarmak ve Türkiye’deki insan hakları savunucularının Mısır’da sayın Mursi ve yüzlerce siyasi kişiye verilen ölüm cezası hakkındaki derin endişelerini ve üzüntülerini bildirmek istiyorum. Mısır’ın BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslar arası Sözleşmesi’ne ek 6 nolu protokolünü onaylayarak ölüm cezasını mevzuatından çıkartmaya davet ediyorum. Bizler, ölüm cezasını uygulamanın ağır bir suç olduğunu düşünmekteyiz. Sizler bu suçu gerçekleştirmeyin.

İnsan hakları savunucuları dünyanın neresinde olursa olsun her zaman gerçekleri ifade ederler. Bu nedenle bu mektubum sizlere ağır gelmiş olabilir, ancak bu gerçekleri değiştirmemektedir. Sizleri insanlık vicdanında düşünmeye ve geri adım atmaya davet ediyorum.

Öztürk TÜRKDOĞAN
İHD Genel Başkanı

Soma Katliamının Üzerinden Bir Yıl Geçti

Tam bir yıl önce bu gün 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın Soma İlçesinde Soma Holding’e ait kömür madeninde yaşanan feci kazada 301 madenci yaşamını yitirdi.

Kar amaçlı emek ve insan düşmanı politikalar devam ettiği sürece bu iş cinayetleri ne ilk ne de son olacaktır. Bu iş cinayetleri asla kader olamaz.

Türkiye de 1941 yılından bu yana sadece maden ocağı kazalarında 3 binden fazla işçi hayatını kaybetmiş, 100 binden fazla işçi yaralanmıştır. Soma faciasından önce en fazla kayıp verilen kaza 1992’ de 263 işçinin öldüğü Zonguldak’ın Kozlu kömür madeninde grizu patlamasıyla yaşanan iş cinayeti olmuştur.

Soma faciasından sonra 28 Ekim 2014 tarihinde, Karaman Ermenek ilçesinde 18 madenci Has Şekerlere ait kömür madeninde su altında mahsur kalarak yaşamlarını kaybetmişlerdir.

Türkiye’de şimdiye kadar yaşanan bazı maden ocağı kazaları şöyle:

7 Mart 1983: Armutçuk’ ta grizu patlaması (103 ölü).

10 Nisan 1983: Kozlu’da grizu patlaması (10 ölü).

31 Ocak 1987: Kozlu’da göçük (8 ölü).

31 Ocak 1990: Bartın’ın Amasra ilçesinde grizu patlaması (5 ölü).

7 Şubat 1990: Amasya Yeni Çeltik’te grizu patlaması (68 ölü).

3 Mart 1992: Kozlu’da grizu patlaması (263 ölü).

26 Mart 1995: Yozgat’ın Sorgun ilçesinde grizu patlaması (37 ölü).

22 Kasım 2003: Karaman’ın Ermenek ilçesinde grizu patlaması (10 ölü).

8 Eylül 2004: Kastamonu’nun Küre ilçesinde yangın (19 ölü).

2 Haziran 2006: Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde grizu patlaması (17 ölü).

10 Aralık 2009: Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde grizu patlaması (19 ölü).

17 Mayıs 2010: Zonguldak’ta grizu patlaması (30 ölü).

8 Ocak 2013: Kozlu’da grizu patlaması (8 ölü).

Türkiye ölümlü kazalarda Avrupa birincisi, Çin’den sonra dünya ikincisi olarak yer almaktadır. Soma Kömür İşletmeleri’ndeki ölümlerin neden kaynaklandığı hâlâ açıklanamadı. Trafo patlaması denildi, işçilerin çıkış yollarının kapanması sonucu karbondioksit zehirlenmesi denildi. Ancak gerçek neden açıklanmadı.

Kuşkusuz Türkiye’de yaşanan iş cinayetleri sadece maden sektöründe yaşanmamakta, inşaat, yol, tersane ve birçok endüstriyel alanda her gün ortalama 4 işçinin yaşamını kaybetmesiyle devam etmektedir.

Türkiye’de her saat 80 iş kazası yaşanıyor ve yılda 706 bin işçi iş kazası gerçeği ile karşılaşıyor, (TUİK 2013) her 10 iş kazasından sadece 1 tanesi SGK kayıtlarına yansıyor.

Son 13 yılda iş kazalarında yaşamını kaybeden işçi sayısı 14 binin üzerindedir.

İş cinayetleri ile ilgili kısa bir açıklamayı ifade eden bu rakamlar Türkiye’de iş cinayetlerinin sistematik hale geldiğini, bunun temel nedeninin de, hükümetin emek karşıtı politikaları, taşeronlaştırma, özelleştirme, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında gerekli yatırım ve denetimlerin, maliyet gerekçesiyle işlevsizleştirilmesi olduğu bilinmektedir

Genel seçimler arifesinde; başbakan Ahmet Davutoğlu en son TİB (Türkiye İhracatçılar Birliği) genel kurulunda Asgari Ücret konusunda milyonlarca emekçiye karşı işveren’den yana tutum alması bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.

Bir soykırıma dönüşen bu hak ihlalleri ve iş cinayetlerinin son bulması için taşeronlaşma iptal edilmeli, özelleştirilen stratejik kamu işletmelerinin derhal kamulaştırılarak çalışma koşulları insanileştirilmeli, ucuz işgücüne dayalı ve örgütlenmeyi engelleyen çalışma anlayışı terk edilmelidir.

Riskli işletmelerle ilgili kapsamlı bir risk haritasının ilgili bakanlıklarca hazırlanması ve denetimlerin buna göre yapılması gerek. Her işletmede risk değerlendirmesi yapılmalı, çalışması uygun olmayan işletmeler kapatılmalı. İş kazalarında yaşamını kaybeden işçilerin ailelerine her türlü güvence sağlanarak maddi manevi kayıpları tazmin edilerek mağduriyetleri önlenmelidir.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Sandıklarınız Sizin Olsun, Biz Hasta Mahpusların Özgürlüğünü İstiyoruz!

Ölüm saçan sistem mahpusların yakasından el çekmedikçe, bizler de alanlardan eksik olmayacağız. İnsan Hakları Derneği üyeleri, aktivistleri ve yöneticileri olarak yine haykırmak için sokaklardayız…
Türkiye kamuoyu 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimlere kilitlenmiş durumda. Hemen her sohbette, her televizyon kanalında, her gazetede tek gündem seçimler ve seçilmeye aday olanlardır. Bizler insan hakları savunucuları olarak gündemin bu aldatıcı rüzgarına kapılmak istemiyoruz. Türkiye cezaevlerinde yaşama tutunmak için mücadele eden mahpusları haykırışımızla cesaretlendirmek ve yalnız olmadıklarını göstermek istiyoruz. Hiçbir gündem ve koşulda cezaevlerinde bulunan hasta mahpusları unutmayacak, unutturmayacağız. Donarak ölmek üzere olan insanlığımızı uykuya teslim etmeyeceğiz!
7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimlerde 165 bağımsız aday ve 20 siyasi partinin Türkiye çapında gösterdiği adaylardan oluşan binlerce insan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde halkı temsil eden milletvekili olmak istiyor. Hükümet ve devlet bürokrasisi ancak bir siyaset aracı olmaya müsait olması durumunda hasta mahpuslarla ilgili bir şeyler yapıyor ya da söylüyorlar. Siyasi partilere sesleniyoruz. Hasta mahpusların durumunu sürekli gündeminizde tutun.
İHD verilerine göre Türkiye cezaevlerinde 282’si ağır olmak üzere toplam 721 hasta mahpus ise yaşamak için, hayatının geri kalanını sevdiklerinin yanında geçirebilmek için duvarları aşmaya çalışıyor. Aşılmaya çalışılan sadece hapishane duvarları değildir. Hasta mahpusların yaşamı önüne set çekilen dünyanın en acımasız barajlarıdır aşılmak istenen. Hasta mahpuslar temsiliyet ya da sosyal itibar mücadelesi yürütmüyorlar, vekaleten yönetmek için aday değiller, tabutları kırıp, zindanları aşıp en temel hak olan yaşama hakkını asaleten istiyorlar, bunun için mücadele ediyorlar.
TBMM’de yer alan 550 sandalyeye aday olan binlere sesleniyoruz, bir an için durun ve bir şey söyleyin hasta mahpuslar için. Hükümet, siyasi partiler ve bürokratlara sesleniyoruz, seçimler nedeniyle her şeye gözlerinizi kapatmayın ve hasta mahpuslar için bir şeyler yapın.
Herkese sesleniyoruz; sandıklar açıldığında içerisinden çıkarılacak oy pusulalarından bahsetmiyoruz, tabutlar açılınca içerisinde görünen evlat, ana, baba, kardeş, yoldaş, insandır hasta mahpuslar!
Tekrar ve ısrarla belirtmek istiyoruz. İHD verilerine göre 282’si ağır 721 hasta mahpus başta olmak üzere tüm hasta mahpuslar Türkiye cezaevlerinde tahliye edilmeyi bekliyor. Her bir hasta mahpusun en az her birimiz kadar yaşama, sağlığına kavuşmak için tedavi görme hakkı vardır.
Tüm hasta mahpusları haykırışımızla selamlıyor, ölmeyip de bir yerlerde gizleniyorsa eğer insanlığa sesleniyoruz, hasta mahpuslar serbest bırakılsın!
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Yaşasın 1 Mayıs: Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü Biji Yek Gulan

İşçi ve emekçilerin uluslararası mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı, işçi sınıfına yönelik ağır hak ihlallerinin yaşandığı bir dönemde kutlamaya çalışıyoruz. Bütün emekçileri yıkıma uğratan ekonomik kriz süreçlerinin yıkıcı sonuç ve bedeli, Küresel sermaye kurumları ve iş birliği içinde oldukları siyasal iktidarlar tarafından yeniden yüksek refah, iş, iyi yaşam vaadiyle çalışanlara yüklenmektedir. Ancak hiçbir zaman emekçilerin bütün fedakârlıklarına rağmen işçilerin, işsizlerin, yoksul halkların sorunu çözülmediği gibi yeniden üretilen krizlerin bedeli emekçilere ödetilmektedir.
İnsanca yaşamanın, çalışmanın, beslenmenin, barınmanın kısacası ekonomik ve sosyal hakların temel insan hakkı olduğunu ancak bu hakların, sermaye sınıfı ve siyasal iktidarların aşırı kar ve mülkiyet hırsıyla yok edilmeye çalışıldığı bir süreci yaşıyoruz. Çalışma ilişkileri, ekonomik ve sosyal haklar alanındaki tüm uygulamaların giderek emeğin aleyhine düzenlendiğini görüyoruz.
Emekçiler açısından 1977 yılında 1 Mayıs gösterileri sırasında göstericilere yönelik gerçekleştirilen saldırı sonucu yaşanan katliam nedeniyle emekçilerin, sendika ve sivil toplum kuruluşlarının büyük önem atfettiği TAKSİM’de 1 Mayıs’ı kutlama talebi mevcut siyasal iktidar tarafından her defasında şiddetle engellenmekte, TAKSİM Meydanı emekçilere yasaklanarak emekçilerin kazanılmış haklarının her zaman geri alınabileceği ve moral, motivasyonlarının kırılabileceği gösterilerek siyasal ve fiziksel şiddet uygulanmaktadır.
Endüstriyel alanlarda maden ocakları ve diğer tüm sektörlerde yaşanan ağır çalışma koşulları, katliama dönüşen iş cinayetleri, güvencesiz ve uzun çalışma süreleri, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi uygulamalar 19.YY kapitalizminin koşullarını aratmayacak ölçüde vahşileşmiş bulunmaktadır. Sadece 2014 yılında 1886 işçi iş kazası adı verilen iş cinayetleri sonucunda yaşamını yitirmiştir. Bu tablo dünyada ki en ağır ihlal bilançolarından birisidir.
Çalışma alanlarında sömürü dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Kayıt dışı istihdam çocuk ve kadın emeği üzerinden sömürü sistemi adeta kurumsallaştırılmaktadır. Dünya’da 200 milyondan fazla işsiz kapitalizmin garanti edemediği bir iş bulmaya çalışmaktadır. Tarım kesiminde çalışan yoksul çiftçiler, esnaf ve zanaatkârlar, balıkçılar, Memurlar İşçiler emekliler, işsizler sistemin direkt ya da dolaylı ağır vergi yükü altında ezilmekteler.
Gerçekleştirilen özelleştirmeler sonucunda kamu mallarıyla yeni ve iktidara yakın bir sermaye sınıfı oluşturulurken, emekçilerin serbest örgütlenme, Grev ve Toplu sözleşme hakkı ortadan kaldırılarak hükümet yanlısı sendika anlayışı ikame edilmektedir.
Yaşanan bu saldırı ve anti demokratik uygulamalara karşı, emekçilerin kendilerini savunmaları bu saldırılara karşı çıkmaları meşru bir haktır. Emekçiler için hak ve özgürlüklerinin tasfiyesine karşı birleşik mücadeleyi örgütlemek, saldırıları durdurmak ve geriletmek son derece kaçınılmaz hale gelmiştir.
YAŞASIN 1 MAYIS
BİJİ YEK GULAN
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

100 Yıllık İnkara Son! Tanı, Af Dile, Tazmin Et

Tam 100 yıl önce bugün, Ermeni Soykırımı’nın başlangıcını temsil eden İstanbul tutuklamaları başladı. Ermeni soykırımı sürecinde Süryaniler ve Rumlar da soykırıma uğradı. Burada söz konusu olan 100 yıllık suçtur. 100 yıllık utançtır. 100 yıllık inkârdır.

Bizler, soykırımın faillerinin torunlarıyız. Belki hepimiz, birey olarak, doğrudan katliamlara ve yağmaya katılan kişilerin soyundan gelmiyoruz. Ama onların etnik ve dinsel kimlikleriyle doğduk. Soykırım faillerinin yarattığı düzenden ve ayrıcalıklardan yararlanmış, bunu sorgulamadan yaşamış bir toplumsal gruba aitiz. Soykırım ve inkâr suçu bizim içine doğduğumuz din ve etnik kimlik adına işlendi. Bunun utancını, sorumluluğunu ve manevi ağırlığını omuzlarımızda taşıyoruz

O yüzden diyoruz ki, soykırım suçunun işlendiği bu topraklar üzerinde yapılacak bir soykırım anması, ancak imha edilen halkların yokluğunda – ve bu yokluk sayesinde – çoğalma, gelişme ve zenginleşme olanağı elde edenlerin torunlarının bu utancı dile getirmesi ve soykırım inkârının sorumluluğunu kabul etmesi ile bir anlam taşır.

Bu, anmamızın ahlaki içeriğidir. Anmamızın somut talebi de, soykırımın tanınması, af dilenmesi, tazmin ve telafi edilmesidir.

Şu anda önünde bulunduğumuz Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet veren bu eski yapı, İbrahim Paşa Sarayı’dır. Saray uzun yıllar, içinde çocuklara ayrılmış bir “sübyan koğuşu”nun da bulunduğu cezaevi olarak kullanıldı. Burası, 24 Nisan 1915 tutuklamalarında gözaltına alınanların, Haydarpaşa’dan Anadolu’nun içlerine ve oradan ölüme gönderilmeden önce tutuldukları yerdir. Onların büyük bir bölümü, İstanbul Ermeni toplumunun önderleriydi. Şairler, yazarlar, milletvekilleri, bilim insanları, hekimler, Ermeni Millet Meclisi’nin temsilcileriydiler. Aralarında, binlerce Kürtçe, Ermenice, Türkçe türküyü köy köy gezerek derleyen ve ilk kez notaya geçiren, Ermeni kültürünün anıt ismi, çağının en ünlü müzikologlarından Gomidas da vardı.

Ama aralarında her kesimden Ermeni vardı. Örneğin kasap Garabed Ağa, üzerindeki önlüğü ve beline asılı bileği kayışını bile çıkaramadan, kasasını kapatamadan buraya getirildi. Tutuklular önce Sarayburnu’ndan Haydarpaşa’ya yola çıkarıldılar. Oradan trene bindirildiler. Geceyi Eskişehir’de geçirdikten sonra, doğuya doğru yolculukları devam etti. Bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya götürüldü. Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’i, Çankırı’ya gönderilen 150 kişiden 81’i öldürüldü.

Vahşet bununla sınırlı kalmadı. Devletin yöneticisi İttihat ve Terakki Partisi ve onun tetikçi örgütü Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ile Anadolu’daki Ermeni varlığına, tüm tarihsel, ekonomik ve sosyal dokusuyla birlikte son verildi. Ermenilerin sadece canlarına kast edilmedi. Mallarına, mülklerine, paralarına, hatıralarına, tarihlerine el konuldu. Soykırım yalnızca imha değil, aynı zamanda devasa bir yağmaydı. Bir uygarlık, binlerce yıllık anayurdundan silinip yok edildi.

Buna rağmen Ermeni ulusuna, Ermeni varlığına son verilemedi. Ermeniler, dünyanın dört bir yanında, Ermenistan’da ve Türkiye’de de, ne kadar az sayıda kalsalar da, okulları, kiliseleri, yayınları ile kimliklerini yaşatmaya devam ediyorlar. Ne var ki inkâr, soykırımı her biri için sürekli kılıyor, suç işlenmeye devam ediyor.

Soykırım sürecinde Ermenilerle birlikte diğer Müslüman olmayan Anadolu halkları Asuri/Süryaniler, Rumlar, Ezidiler de aynı kaderi paylaştı. Hakkâri, Van ve Siirt’i kapsayan Tur Abdin bölgesinde ve kuzeybatı İran’da Urmiye bölgesindeki tehcir ve katliamlarda 300.000 Süryani öldürüldü. Küçük Asya Rumları 1914’ten başlayarak İttihat ve Terakki’nin emrindeki çeteler tarafından organize saldırılarla kaçırtıldı ve öldürüldü. Bu süreç 1923 yılına, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etti. Bir buçuk milyona yakın Rum, kimi göçertilerek, 750 bin kadarı katledilerek binlerce yıllık anayurtlarından koparıldı. Yani üzerinde yaşadığımız bu coğrafya önce Hıristiyan halklardan arındırıldı.  Cumhuriyetin kurulmasının ardından bir kısmı, yer yer soykırım sürecine fiilen katılan Kürtler hedef alındı ve diğer Müslüman etnik grupların da asimilasyonunu içerecek şekilde, ülkenin Türkleştirilmesi aşamasına geçildi.

100. Yıl – İnkâra Son Girişimi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne buradan sesleniyoruz: Soykırımı tanıyın. Af dileyin. Tazmin ve telafi edin. Ancak o zaman nehirlerden akan, vadilerde üst üste yığılan, uçurumlardan atılan, denizlerde boğulan mezarsız ölüler hak ettikleri gibi, haysiyetlerine uygun şekilde gömülmüş olacak. Ruhları huzura erecek. Yok edilen bir dünyayı geri getirmek mümkün değil; ancak suçun kabulü ve adaletin tesisi, kurbanların inkâr zulmüyle yaşayan ailelerinin duyduğu haklı öfke, acı ve özlemi bir nebze hafifletecektir.

100.YIL – İNKÂRA SON GİRİŞİMİ

Çocuklarımıza Yüzlerinde Gülüşlerin Eksik Olmadığı Yarınlar Diliyoruz

Çocukların yaşam hakları ile ruhsal ve bedensel bütünlüklerini ortadan kaldıran ağır hak ihlallerinin artarak sürmesi ile eğitim, sağlık, barınma ve beslenme hakkına erişimde de yaşanan sorunlar biz insan hakları savunucularını kaygılandırmaktadır.
 
İnsan Hakları Derneği; Çocuk Hakları Çalışma Grubu olarak; 2015 yılının ilk 3 aylık döneminde çocuk hakları alanında yaşanan ihlalleri kamuoyuyla paylaşıyoruz.
 
Resmi verilere göre 2.165 çocuğun halen cezaevlerinde olduğu, her yıl 300 bine yakın çocuğun polis ve adliyeyle ve yılda 10 bin çocuğun cezaevi ve gözaltı ile tanıştığı;
 
7 milyon 500 bin çocuğun kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldığı ve 893 bin çocuğun resmen çalışır göründüğü;
 
400 bin çocuğun en zor çalışma alanı olan tarım sektöründe çalışmak zorunda kaldığı,
 
Her yıl binlerce çocuğun cinsel taciz, tecavüz ve işkenceye maruz kaldığı ülkemizde çocuk hakları savunucusu olmak ve evrensel çocuk haklarının ivedilikle ülkemizde kullanır hale getirilmesini talep etmek zorunlu bir insani görevdir.
 
Toplumsal yaşamın her alanı neredeyse çocuklar için birer hak ihlali alanına dönüşmüş durumdadır. Çocuklar için en güvenilir yerler dediğimiz oyun parkları bile çocukların yaşam hakkını elinden alan tehlikeler barındırır hale gelmiştir.
 
Sokakların vazgeçilmez renkleri olan çocuklar sık sık nereden geldiği belli olmayan kurşunların hedefi olmaktadır.
 
Çocukların eğitimlerinden sorumlu olan okullar bazen çocukların çağdışı söz ve eylemlerle cezalandırıldığı ve aşağılandığı yerlere dönüşebilmektedir.
 
Dereler, göller ve denizler, yetkililerin ve büyüklerin tedbirsizliği ve dikkatsizliği sonucu çocuklarımızın canını alan yerlere dönüşmektedir.
 
Caddelerde ve yollarda trafik kazaları en çok çocukların canlarını almaktadır. Kamu binalarında, okullarda, hastanelerde büyüklerin ve yetkililerin yol açtığı ihmaller en çok çocukların canlarını yakmaya devam etmektedir.
 
Denetim yetersizliği sonucu öğrenci servisleri toplu çocuk ölümleri ve yaralanmalarına yol açmaya devam etmektedir.
 
Askeri mühimmat artıkları dikkatsizce ve kuralsızca askeri bölgeler dışına bırakıldığı için çocukların oyun malzemesine dönüşmekte ve çocukların canlarını yakmaya devam etmektedir.
 
Çocukların gözaltına alınması ve tutuklanmasına tüm evrensel hak belgelerinde” istisnai” durumlarda olanak tanınırken; ülkemizde başta toplumsal olaylarda olmak üzere; çocukların karıştığı iddia edilen tüm asayiş olaylarında çocuklar özensizce gözaltına alınmakta ve cezaevlerine konulmaktadır.
 
Öyle ki toplumsal gösterilere katıldıkları için; çocuklara ve ailelerine trafik cezaları bile verilmektedir.
 
Mevcut yasaların çocuklar ve tüm toplumsal kesimler için yol açtığı hak ihlalleri ortada iken; çıkarılan” İç Güvenlik Yasası” ile bu ihlallerin artarak devam edeceği görülmektedir.
 
NİHAT KAZANHAN’ın öldürülmesi olayında olduğu gibi; kolluk güçlerinin ölümden sorumlu olduğuna dair kuvvetli emarelerin olduğu olaylarda bile etkin soruşturma yoluna gitmekte isteksiz davranılmaya devam edilmektedir.
 
Ülkelerinde yaşanan iç savaşlarda canlarını zor kurtaran mülteci çocuklar sağlıksız çadırlarda ya soğuktan ya da ısınmak için kullandıkları ısıtıcıların çıkardığı yangınlarda, trajik bir şekilde can vermektedirler.
 
Evrensel insan hakları belgelerinde ifadesini bulan ” Her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı” ile ” Farklı İnanca mensup yurttaşların çocuklarının tabi tutulduğu zorunlu din eğitimi” uygulaması uluslararası hukuk otoritelerinin kararlarına rağmen devam ettirilmektedir.
 
Sayıları milyonlara varan engelli çocuklar uğradıkları tüm diğer hak ihlallerinin yanında bir de engellerinden kaynaklı olarak pek çok haklarına erişmekte zorluk yaşamaya devam etmektedirler.
 
Kuşkusuz gönüllü bir insan hakları örgütü olan derneğimizin kısıtlı imkânlarıyla çocuk hakları alanında yaşanan tüm ihlalleri tespit etmek mümkün olamamaktadır.
 
2015 yılının ilk 3 ayında derneğimiz çocuk hakları çalışma grubunca toplamda 1970 çocuk hak ihlali tespiti yapılmıştır.
 
Bu hak ihlallerinin 122’sini çocukların yaşam haklarının ihlali oluşturmaktadır. Bu 122 ölümün 13‘ünde intihar iddiası mevcuttur.
 
8’i kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu olmak üzere; toplam 640 çocuk çeşitli şekillerde yaralanmaya maruz kalmıştır.
 
Yine bu yılın ilk 3 ayında 205 çocuk gözaltına alınmış 18’i tutuklanmıştır.
 
872 çocuk Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir eğitim kurumu tarafından “potansiyel suçlu” çocuklar olarak kurumun internet sayfasında fişlenerek teşhir edilmişlerdir.
 
Taciz, tecavüz ve işkenceye uğradığını iddia eden toplam 107 vakanın 100 tanesi devletin gözetimi ve denetimi altında bulunan gözaltı yerleri, cezaevleri, yurtlar ve okullarda bu iddiaların yaşandığını belirtmişlerdir. (Gözaltı ve cezaevlerinde taciz tecavüz ve işkenceye maruz kalan çocuk sayısı 57) ( Devlet kurumlarında(okul, yurt) taciz, tecavüz ve işkence iddiası: 43)
 
12 çocuk hakkında kayıp başvurusu resmi makamlara yapılmıştır.
 
Türkiye’nin de 1995 yılında yürürlüğe koyarak taraf olduğu ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ 1989 yılında BM genel kurulunda kabul edilmiş ve dünyada en çok devletin taraf olduğu bir sözleşme haline gelmiştir.
 
Bu ana sözleşmeden başka 19 tanesi bağlayıcı olmak üzere; toplam 27 adet çocuk hakkı temelli uluslararası belge Türkiye tarafından imzalanmıştır. Her ne kadar bazı hükümlere çekince konulmuşsa da bu belgelerde ifadesini bulan hakların eksiksiz kullanılmasını sağlayacak makam kamu otoritesidir.
 
Ulusal ve uluslararası mevzuatta öngörülen hakların çocuklar tarafından kullanılabilir olması için atılması gereken adımlar halen şekli bir çerçevede kalmaya devam etmektedir.
 
Ülkemiz çocuklarının dünyadaki diğer akranlarının kullandıkları tüm hakları kullanarak gerçek bir bayramı yaşayacakları günleri birlikte yaratabileceğimize inanıyor;
 
Çocuklarımıza yüzlerinde gülüşlerin eksik olmadığı yarınlar diliyoruz.
 
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
ÇOCUK HAKLARI ÇALIŞMA GRUBU
 

Barış ve Çözüm Sürecinde Provokasyonlara Dikkat

11 Nisan 2015 günü Ağrı ili Diyadin İlçesi Yukarı Tütek Köyü kırsalı Tendürek Dağı eteklerinde yaşandığı belirtilen silahlı çatışma ile ilgili kamuoyuna yansıyan bilgiler olayın vahim düzeyde olduğunu göstermiştir.

Bilindiği gibi 21 Mart 2013’ten beri fiili bir çatışmasızlık yaşanmaktadır. PKK’nin ilan ettiği 8. Ateşkes sürecini siyasal iktidarın onayı ile TSK uymuş ve böylece fiili bir çatışmasızlık ortamı doğmuştur. Bu süreçte yapılan yasal değişiklikler ile jandarma veya kara kuvvetlerine bağlı silahlı birliklerin kırsal bölgelerde operasyon yapması vali onayına tabi tutulmuştur.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre Ağrı Valisinin talebi ve onayı ile Tendürek Dağı eteklerine bir askeri birlik gönderilmiştir. Kamuoyuna yansıyan gerekçeye göre yapılacak fidan dikme etkinliğine PKK gerillalarının katılacağı ve halka siyasi propaganda yapacağı, bu nedenle de bunun önlenmesi için askeri birlik gönderildiğidir. Bu gerekçe ile kırsal bölgeye askeri birlik göndermek asker ile gerillanın çatışmasını istemek demektir. Bilindiği gibi Türkiye Kürdistan’ının dağlık kırsal bölgesinde binlerce PKK gerillası bulunmaktadır. Son iki yıldır da fiili bir çatışmasızlık ile sorun İmralı Adası’nda Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerle çözülmeye çalışılmaktadır. Böylesi bir durumda bir valinin askerlerin yaşamlarını tehlikeye atacak bir operasyona göndermesi şüphe ile karşılanmalıdır.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre operasyon yapan askeri birlik ile gerilla arasında silahlı çatışma yaşanmış, çatışmayı duyan Diyadin halkı çatışma bölgesine giderek çatışmayı durdurmuş, yaralı halde bulunan askerleri çatışma bölgesinden çıkarmış, çatışmayı durdurmaya çalışan sivil halka askerler tarafından ve özellikle de helikopterlerden ateş açılmış, bu olaylar sonucunda sivil halktan Cezmi Budak ile Serhak Kızılay isimli gerila yaşamını yitirmiş, 4 asker ile bir sivil yaralanmıştır.

Öncelikle Ağrı Valisinin hangi gerekçeye dayalı olarak askerleri operasyona gönderdiğinin açığa çıkarılması bakımından İçişleri Bakanlığının görevlendireceği Mülkiye Başmüfettişleri tarafından soruşturulması gerekmektedir. Bununla beraber Ağrı Cumhuriyet Başsavcılığının olay hakkında etkili soruşturma açarak olayın sorumluları hakkında kamu davası açması ve bu olayda cezasızlığa izin vermemesi gerekmektedir.

Barış ve çözüm sürecinin geldiği aşamada 28 Şubat 2015 deklarasyonuna ve Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 günü okunan mektubuna uygun olarak izleme kurulunun oluşturulması ve diyalogdan müzakereye geçişin sağlanarak bu tip olaylara bir daha meydan verilmemesi gerekmektedir.

7 Haziran 2015 seçimleri öncesi çeşitli provokasyonlarla siyasal süreci etkilemeye dönük girişimlerin barış sürecini olumsuz etkileyeceği ve siyasal taraflara hiçbir fayda getirmeyeceğinin bilinmesi gerekmektedir. Ortadoğu’nun ateş çemberinde olduğu bir dönemde ülkemizdeki barış ve çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından başka bir seçeneğimiz olmadığını siyasal iktidarın kavraması ve buna uygun adımları atması gerektiğini vurgulamak isteriz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Seçim Sürecinde Yaşanabilecek İhlalleri Önlemek Mümkündür, Provokasyonlara Dikkat

7 Haziran 2015 milletvekilleri genel seçimleri öncesi yaşanan çeşitli olaylar seçim döneminin siyasal gerilimlere ve provokasyonlara açık bir şekilde yaşanacağını göstermektedir.
İHD raporlarına göre sadece 2014 yılında üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik 53 ırkçı saldırıda 328 öğrenci yaralanmış, 2015 yılının ilk 3 ayında ise çeşitli üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik saldırılarda 35 öğrenci yaralanmıştır. 2014 yılının Şubat-Mart döneminde ve Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 47’si HDP olmak üzere 21 BDP, 7 AKP, 2 CHP, 2 HÜDA PAR, 2 BBP ve 1 MHP binalarına toplam 108 saldırı olmuş ve bu saldırılarda 212 kişi yaralanmıştır. Aynı dönemlerde 1 MHP’li, 1 AKP’li, 1 Saadet Partili ve 1 HDP’li olmak üzere 4 kişi uğradıkları saldırı sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. 2014 yılında Türkiye’nin çeşitli kentlerinde Kürt oldukları ve Kürtçe konuştukları için 18 linç teşebbüsü olayı yaşanmış ve 102 kişi yaralanmıştır. 2015 yılının ilk 3 ayında bu şekilde linç saldırıları sonucu 55 kişi yaralanmıştır. Siyasi parti bürolarına yönelik olaraktan 2015 yılı ilk 3 ayında yapılan saldırılarda 11 kişi yaralanmıştır.
Görüldüğü gibi özellikle seçim öncesi dönemlerinde siyasal gerilimin artması, kontrollü gerilim siyaseti izlenmesi, nefret söyleminin kullanılması ve çeşitli ayrımcı uygulamalar sonucu sık sık toplumsal olaylar yaşanmakta olup bu olaylar Türkiye iç barışının kırılgan bir noktada olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla toplumsal barışın tehlikeye girmesi her zaman mümkündür. Yaşanan gelişmeler bunu göstermiştir.
28 Şubat 2015 günü İstanbul Dolmabahçe Sarayı Başbakanlık Ofisinde tarihi bir açıklama yapılmıştır. Kamuoyuna 10 maddelik deklerasyon metni olarak sunulan metin bizzat Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınmış, HDP heyeti tarafından bu metnin okunduğu sırada devleti, hükümeti ve siyasal iktidarı temsilen temsilciler hazır bulunmuştur. Bu deklarasyonun yarattığı olumlu hava maalesef iyi değerlendirilememiştir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 günü Diyarbakır Newroz’unda okunan mesajı PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleyi sona erdirmesi ile ilgili kongreyi toplama koşullarını ortaya koymuştur. Buna göre müzakerelerin başlayabilmesi bakımından izleme kurulunun oluşturulması ve parlamento bünyesinde hakikat komisyonunun kurulması gerekliliği ortaya konmuştur. Her iki komisyondan temsilcilerin katılımı ile beraber PKK Kongresinin toplanarak Türkiye’de silahlı mücadeleyi sona erdirme kararı alacağı ifade edilmiştir. Dünya örnekleri göstermektedir ki, silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve silah bırakmanın tarafların karşılıklı atacağı adımlarla birlikte geldiğidir. Dolayısıyla hükümetin çözüm sürecini mutabakata varıldığı gibi ilerletmesinde zaruret olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Çağlayan Adliyesinde Cumhuriyet Savcısına yönelik rehin alma eylemi kabul edilemez.
01.04. 2015 tarihinde İstanbul Çağlayan Adliyesinde Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz‘ın iki eylemci tarafından rehin alınması ve eylemin sona erdirilmesine yapılan müdahalenin eylemcilerle birlikte cumhuriyet savcısının yaşam hakkı ihlaline sebep olmasının mutlaka araştırılarak gerçeğin ortaya çıkarılması gereken bir hadise olduğunu vurgulamak istiyoruz. Eyleme müdahalenin infaz sonucunu doğurduğu ve yaşam hakkı ihlali gerçeği orta yerde durmaktadır. Dolayısıyla siyasal iktidarın bu infaz nedeni ile bir kez daha güvenlikçi politikalarını terk etmesi gerektiğini vurgulamak istiyoruz.
Yargı mensuplarına yönelik eylem biçimlerinin ise demokratik ortama hiçbir katkı sağlamadığını bir kez daha belirtmek isteriz.
Devletlerin, yaşam hakkı konusunda hem ihlal etmeme negatif yükümlülüğü hem de yaşam hakkının ihlal edilmesini önleme yükümlülüğü, önlem alma yükümlülüğü (pozitif yükümlülük) bulunmaktadır.
Bu olayda her iki yükümlülük de yerine getirilmemiştir.
Avukatlara yönelik ayırımcı uygulamalar kabul edilemez.
Adliyeye yönelik saldırı bahane edilerek yargının kurucu unsurlarından olan ve savunma makamını temsil eden avukatlara yönelik ayrımcı ve ötekileştirici söylem ve uygulamalar kabul edilemez. Siyasal iktidar avukatlara yönelik bu tutumu ile yeni güvenlik konseptini adeta devreye koymuş, vatandaşa avukatlar üzerinden ciddi bir gözdağı vermek istemiştir.
İç güvenlik yasası ile Türkiye Polis devletine dönüştürülmek isteniyor.
Bütün bu olup bitenler arasında iç güvenlik paketi adı ile bilinen kanun tasarısının yasalaşmış olması Türkiye’nin bundan böyle polis devleti uygulamaları ile daha fazla karşılaşacağını göstermektedir. Bu ise daha fazla yaşam hakkı ihlali, daha fazla kişi güvenliği ve özgürlüğü ihlali, daha fazla gösteri yasağı, daha fazla adil yargılanma hakkı ihlali demektir. Siyasal iktidar yeni güvenlik anlayışı ile güvenlik bürokrasisini oldukça güçlendirmiş olup bu kesimden gelebilecek provokasyonlara adeta yasal zemin hazırlamıştır. Türkiye’de cezasızlığın sürdüğü bir ortamda güvenlik bürokrasisinin daha fazla korunacak olması cezasızlık politikasının en temel politika biçiminde sürdürüleceğini göstermektedir.
Fenerbahçe Kulübü’ne yönelik saldırıyı kınıyoruz.
Seçim öncesi bir dönemde Fenerbahçe Kulübü’ne yönelik yapılan saldırı ile ciddi bir provokasyon yaratılmak istenmiş, bir spor kulübünün yok edilmesi pahasına Türkiye kaos ortamına çekilmek istenmiştir. Siyasal iktidarın seçim öncesi dönemde bu türden provokasyonları önleyecek gerekli tedbirleri alması gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
7 Haziran 2015 seçimleri öncesi siyasal iklimin sakin bir ortamda geçebilmesi bakımından öncelikle siyasal söylemin nefret söyleminden arınmış bir biçimde olmasını ve ayrımcı dil kullanılmamasını önermekteyiz. Siyasal iktidarın Kürt sorunundan kaynaklanan gerilimin yaşanmaması bakımından çözüm sürecini varıldığı belirtilen mutabakatlara uygun olarak sürdürmesi gerektiğini ve bir an önce izleme kurulunu oluşturarak müzakereleri başlatmasını önermekteyiz.
Siyasal iktidarın güvenlik paketi ile elde ettiği yetkilerin güvenlik bürokrasisi tarafından kullanılmasında suiistimalleri önleyecek etkili denetim tedbirlerini almasını ve mümkünse bu yetkilerin hiçbirisinin kullanılmaması gerektiğini belirtiyoruz.
Hak savunucuları olarak seçim sürecini yakından izleyeceğimizi ve bu süreçte daha önceki süreçlerde yaşanan linç teşebbüsleri gibi ağır ihlaller yaratan olayların meydana gelmemesi konusunda tüm kamuoyunu duyarlı olmaya ve provokasyonlardan uzak durmaya davet ediyoruz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ