Örnek Resim

Soma Katliamının Üzerinden Bir Yıl Geçti

Tam bir yıl önce bu gün 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın Soma İlçesinde Soma Holding’e ait kömür madeninde yaşanan feci kazada 301 madenci yaşamını yitirdi.

Kar amaçlı emek ve insan düşmanı politikalar devam ettiği sürece bu iş cinayetleri ne ilk ne de son olacaktır. Bu iş cinayetleri asla kader olamaz.

Türkiye de 1941 yılından bu yana sadece maden ocağı kazalarında 3 binden fazla işçi hayatını kaybetmiş, 100 binden fazla işçi yaralanmıştır. Soma faciasından önce en fazla kayıp verilen kaza 1992’ de 263 işçinin öldüğü Zonguldak’ın Kozlu kömür madeninde grizu patlamasıyla yaşanan iş cinayeti olmuştur.

Soma faciasından sonra 28 Ekim 2014 tarihinde, Karaman Ermenek ilçesinde 18 madenci Has Şekerlere ait kömür madeninde su altında mahsur kalarak yaşamlarını kaybetmişlerdir.

Türkiye’de şimdiye kadar yaşanan bazı maden ocağı kazaları şöyle:

7 Mart 1983: Armutçuk’ ta grizu patlaması (103 ölü).

10 Nisan 1983: Kozlu’da grizu patlaması (10 ölü).

31 Ocak 1987: Kozlu’da göçük (8 ölü).

31 Ocak 1990: Bartın’ın Amasra ilçesinde grizu patlaması (5 ölü).

7 Şubat 1990: Amasya Yeni Çeltik’te grizu patlaması (68 ölü).

3 Mart 1992: Kozlu’da grizu patlaması (263 ölü).

26 Mart 1995: Yozgat’ın Sorgun ilçesinde grizu patlaması (37 ölü).

22 Kasım 2003: Karaman’ın Ermenek ilçesinde grizu patlaması (10 ölü).

8 Eylül 2004: Kastamonu’nun Küre ilçesinde yangın (19 ölü).

2 Haziran 2006: Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde grizu patlaması (17 ölü).

10 Aralık 2009: Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde grizu patlaması (19 ölü).

17 Mayıs 2010: Zonguldak’ta grizu patlaması (30 ölü).

8 Ocak 2013: Kozlu’da grizu patlaması (8 ölü).

Türkiye ölümlü kazalarda Avrupa birincisi, Çin’den sonra dünya ikincisi olarak yer almaktadır. Soma Kömür İşletmeleri’ndeki ölümlerin neden kaynaklandığı hâlâ açıklanamadı. Trafo patlaması denildi, işçilerin çıkış yollarının kapanması sonucu karbondioksit zehirlenmesi denildi. Ancak gerçek neden açıklanmadı.

Kuşkusuz Türkiye’de yaşanan iş cinayetleri sadece maden sektöründe yaşanmamakta, inşaat, yol, tersane ve birçok endüstriyel alanda her gün ortalama 4 işçinin yaşamını kaybetmesiyle devam etmektedir.

Türkiye’de her saat 80 iş kazası yaşanıyor ve yılda 706 bin işçi iş kazası gerçeği ile karşılaşıyor, (TUİK 2013) her 10 iş kazasından sadece 1 tanesi SGK kayıtlarına yansıyor.

Son 13 yılda iş kazalarında yaşamını kaybeden işçi sayısı 14 binin üzerindedir.

İş cinayetleri ile ilgili kısa bir açıklamayı ifade eden bu rakamlar Türkiye’de iş cinayetlerinin sistematik hale geldiğini, bunun temel nedeninin de, hükümetin emek karşıtı politikaları, taşeronlaştırma, özelleştirme, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında gerekli yatırım ve denetimlerin, maliyet gerekçesiyle işlevsizleştirilmesi olduğu bilinmektedir

Genel seçimler arifesinde; başbakan Ahmet Davutoğlu en son TİB (Türkiye İhracatçılar Birliği) genel kurulunda Asgari Ücret konusunda milyonlarca emekçiye karşı işveren’den yana tutum alması bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.

Bir soykırıma dönüşen bu hak ihlalleri ve iş cinayetlerinin son bulması için taşeronlaşma iptal edilmeli, özelleştirilen stratejik kamu işletmelerinin derhal kamulaştırılarak çalışma koşulları insanileştirilmeli, ucuz işgücüne dayalı ve örgütlenmeyi engelleyen çalışma anlayışı terk edilmelidir.

Riskli işletmelerle ilgili kapsamlı bir risk haritasının ilgili bakanlıklarca hazırlanması ve denetimlerin buna göre yapılması gerek. Her işletmede risk değerlendirmesi yapılmalı, çalışması uygun olmayan işletmeler kapatılmalı. İş kazalarında yaşamını kaybeden işçilerin ailelerine her türlü güvence sağlanarak maddi manevi kayıpları tazmin edilerek mağduriyetleri önlenmelidir.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Sandıklarınız Sizin Olsun, Biz Hasta Mahpusların Özgürlüğünü İstiyoruz!

Ölüm saçan sistem mahpusların yakasından el çekmedikçe, bizler de alanlardan eksik olmayacağız. İnsan Hakları Derneği üyeleri, aktivistleri ve yöneticileri olarak yine haykırmak için sokaklardayız…
Türkiye kamuoyu 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimlere kilitlenmiş durumda. Hemen her sohbette, her televizyon kanalında, her gazetede tek gündem seçimler ve seçilmeye aday olanlardır. Bizler insan hakları savunucuları olarak gündemin bu aldatıcı rüzgarına kapılmak istemiyoruz. Türkiye cezaevlerinde yaşama tutunmak için mücadele eden mahpusları haykırışımızla cesaretlendirmek ve yalnız olmadıklarını göstermek istiyoruz. Hiçbir gündem ve koşulda cezaevlerinde bulunan hasta mahpusları unutmayacak, unutturmayacağız. Donarak ölmek üzere olan insanlığımızı uykuya teslim etmeyeceğiz!
7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimlerde 165 bağımsız aday ve 20 siyasi partinin Türkiye çapında gösterdiği adaylardan oluşan binlerce insan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde halkı temsil eden milletvekili olmak istiyor. Hükümet ve devlet bürokrasisi ancak bir siyaset aracı olmaya müsait olması durumunda hasta mahpuslarla ilgili bir şeyler yapıyor ya da söylüyorlar. Siyasi partilere sesleniyoruz. Hasta mahpusların durumunu sürekli gündeminizde tutun.
İHD verilerine göre Türkiye cezaevlerinde 282’si ağır olmak üzere toplam 721 hasta mahpus ise yaşamak için, hayatının geri kalanını sevdiklerinin yanında geçirebilmek için duvarları aşmaya çalışıyor. Aşılmaya çalışılan sadece hapishane duvarları değildir. Hasta mahpusların yaşamı önüne set çekilen dünyanın en acımasız barajlarıdır aşılmak istenen. Hasta mahpuslar temsiliyet ya da sosyal itibar mücadelesi yürütmüyorlar, vekaleten yönetmek için aday değiller, tabutları kırıp, zindanları aşıp en temel hak olan yaşama hakkını asaleten istiyorlar, bunun için mücadele ediyorlar.
TBMM’de yer alan 550 sandalyeye aday olan binlere sesleniyoruz, bir an için durun ve bir şey söyleyin hasta mahpuslar için. Hükümet, siyasi partiler ve bürokratlara sesleniyoruz, seçimler nedeniyle her şeye gözlerinizi kapatmayın ve hasta mahpuslar için bir şeyler yapın.
Herkese sesleniyoruz; sandıklar açıldığında içerisinden çıkarılacak oy pusulalarından bahsetmiyoruz, tabutlar açılınca içerisinde görünen evlat, ana, baba, kardeş, yoldaş, insandır hasta mahpuslar!
Tekrar ve ısrarla belirtmek istiyoruz. İHD verilerine göre 282’si ağır 721 hasta mahpus başta olmak üzere tüm hasta mahpuslar Türkiye cezaevlerinde tahliye edilmeyi bekliyor. Her bir hasta mahpusun en az her birimiz kadar yaşama, sağlığına kavuşmak için tedavi görme hakkı vardır.
Tüm hasta mahpusları haykırışımızla selamlıyor, ölmeyip de bir yerlerde gizleniyorsa eğer insanlığa sesleniyoruz, hasta mahpuslar serbest bırakılsın!
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Yaşasın 1 Mayıs: Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü Biji Yek Gulan

İşçi ve emekçilerin uluslararası mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı, işçi sınıfına yönelik ağır hak ihlallerinin yaşandığı bir dönemde kutlamaya çalışıyoruz. Bütün emekçileri yıkıma uğratan ekonomik kriz süreçlerinin yıkıcı sonuç ve bedeli, Küresel sermaye kurumları ve iş birliği içinde oldukları siyasal iktidarlar tarafından yeniden yüksek refah, iş, iyi yaşam vaadiyle çalışanlara yüklenmektedir. Ancak hiçbir zaman emekçilerin bütün fedakârlıklarına rağmen işçilerin, işsizlerin, yoksul halkların sorunu çözülmediği gibi yeniden üretilen krizlerin bedeli emekçilere ödetilmektedir.
İnsanca yaşamanın, çalışmanın, beslenmenin, barınmanın kısacası ekonomik ve sosyal hakların temel insan hakkı olduğunu ancak bu hakların, sermaye sınıfı ve siyasal iktidarların aşırı kar ve mülkiyet hırsıyla yok edilmeye çalışıldığı bir süreci yaşıyoruz. Çalışma ilişkileri, ekonomik ve sosyal haklar alanındaki tüm uygulamaların giderek emeğin aleyhine düzenlendiğini görüyoruz.
Emekçiler açısından 1977 yılında 1 Mayıs gösterileri sırasında göstericilere yönelik gerçekleştirilen saldırı sonucu yaşanan katliam nedeniyle emekçilerin, sendika ve sivil toplum kuruluşlarının büyük önem atfettiği TAKSİM’de 1 Mayıs’ı kutlama talebi mevcut siyasal iktidar tarafından her defasında şiddetle engellenmekte, TAKSİM Meydanı emekçilere yasaklanarak emekçilerin kazanılmış haklarının her zaman geri alınabileceği ve moral, motivasyonlarının kırılabileceği gösterilerek siyasal ve fiziksel şiddet uygulanmaktadır.
Endüstriyel alanlarda maden ocakları ve diğer tüm sektörlerde yaşanan ağır çalışma koşulları, katliama dönüşen iş cinayetleri, güvencesiz ve uzun çalışma süreleri, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi uygulamalar 19.YY kapitalizminin koşullarını aratmayacak ölçüde vahşileşmiş bulunmaktadır. Sadece 2014 yılında 1886 işçi iş kazası adı verilen iş cinayetleri sonucunda yaşamını yitirmiştir. Bu tablo dünyada ki en ağır ihlal bilançolarından birisidir.
Çalışma alanlarında sömürü dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Kayıt dışı istihdam çocuk ve kadın emeği üzerinden sömürü sistemi adeta kurumsallaştırılmaktadır. Dünya’da 200 milyondan fazla işsiz kapitalizmin garanti edemediği bir iş bulmaya çalışmaktadır. Tarım kesiminde çalışan yoksul çiftçiler, esnaf ve zanaatkârlar, balıkçılar, Memurlar İşçiler emekliler, işsizler sistemin direkt ya da dolaylı ağır vergi yükü altında ezilmekteler.
Gerçekleştirilen özelleştirmeler sonucunda kamu mallarıyla yeni ve iktidara yakın bir sermaye sınıfı oluşturulurken, emekçilerin serbest örgütlenme, Grev ve Toplu sözleşme hakkı ortadan kaldırılarak hükümet yanlısı sendika anlayışı ikame edilmektedir.
Yaşanan bu saldırı ve anti demokratik uygulamalara karşı, emekçilerin kendilerini savunmaları bu saldırılara karşı çıkmaları meşru bir haktır. Emekçiler için hak ve özgürlüklerinin tasfiyesine karşı birleşik mücadeleyi örgütlemek, saldırıları durdurmak ve geriletmek son derece kaçınılmaz hale gelmiştir.
YAŞASIN 1 MAYIS
BİJİ YEK GULAN
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

100 Yıllık İnkara Son! Tanı, Af Dile, Tazmin Et

Tam 100 yıl önce bugün, Ermeni Soykırımı’nın başlangıcını temsil eden İstanbul tutuklamaları başladı. Ermeni soykırımı sürecinde Süryaniler ve Rumlar da soykırıma uğradı. Burada söz konusu olan 100 yıllık suçtur. 100 yıllık utançtır. 100 yıllık inkârdır.

Bizler, soykırımın faillerinin torunlarıyız. Belki hepimiz, birey olarak, doğrudan katliamlara ve yağmaya katılan kişilerin soyundan gelmiyoruz. Ama onların etnik ve dinsel kimlikleriyle doğduk. Soykırım faillerinin yarattığı düzenden ve ayrıcalıklardan yararlanmış, bunu sorgulamadan yaşamış bir toplumsal gruba aitiz. Soykırım ve inkâr suçu bizim içine doğduğumuz din ve etnik kimlik adına işlendi. Bunun utancını, sorumluluğunu ve manevi ağırlığını omuzlarımızda taşıyoruz

O yüzden diyoruz ki, soykırım suçunun işlendiği bu topraklar üzerinde yapılacak bir soykırım anması, ancak imha edilen halkların yokluğunda – ve bu yokluk sayesinde – çoğalma, gelişme ve zenginleşme olanağı elde edenlerin torunlarının bu utancı dile getirmesi ve soykırım inkârının sorumluluğunu kabul etmesi ile bir anlam taşır.

Bu, anmamızın ahlaki içeriğidir. Anmamızın somut talebi de, soykırımın tanınması, af dilenmesi, tazmin ve telafi edilmesidir.

Şu anda önünde bulunduğumuz Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet veren bu eski yapı, İbrahim Paşa Sarayı’dır. Saray uzun yıllar, içinde çocuklara ayrılmış bir “sübyan koğuşu”nun da bulunduğu cezaevi olarak kullanıldı. Burası, 24 Nisan 1915 tutuklamalarında gözaltına alınanların, Haydarpaşa’dan Anadolu’nun içlerine ve oradan ölüme gönderilmeden önce tutuldukları yerdir. Onların büyük bir bölümü, İstanbul Ermeni toplumunun önderleriydi. Şairler, yazarlar, milletvekilleri, bilim insanları, hekimler, Ermeni Millet Meclisi’nin temsilcileriydiler. Aralarında, binlerce Kürtçe, Ermenice, Türkçe türküyü köy köy gezerek derleyen ve ilk kez notaya geçiren, Ermeni kültürünün anıt ismi, çağının en ünlü müzikologlarından Gomidas da vardı.

Ama aralarında her kesimden Ermeni vardı. Örneğin kasap Garabed Ağa, üzerindeki önlüğü ve beline asılı bileği kayışını bile çıkaramadan, kasasını kapatamadan buraya getirildi. Tutuklular önce Sarayburnu’ndan Haydarpaşa’ya yola çıkarıldılar. Oradan trene bindirildiler. Geceyi Eskişehir’de geçirdikten sonra, doğuya doğru yolculukları devam etti. Bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya götürüldü. Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’i, Çankırı’ya gönderilen 150 kişiden 81’i öldürüldü.

Vahşet bununla sınırlı kalmadı. Devletin yöneticisi İttihat ve Terakki Partisi ve onun tetikçi örgütü Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ile Anadolu’daki Ermeni varlığına, tüm tarihsel, ekonomik ve sosyal dokusuyla birlikte son verildi. Ermenilerin sadece canlarına kast edilmedi. Mallarına, mülklerine, paralarına, hatıralarına, tarihlerine el konuldu. Soykırım yalnızca imha değil, aynı zamanda devasa bir yağmaydı. Bir uygarlık, binlerce yıllık anayurdundan silinip yok edildi.

Buna rağmen Ermeni ulusuna, Ermeni varlığına son verilemedi. Ermeniler, dünyanın dört bir yanında, Ermenistan’da ve Türkiye’de de, ne kadar az sayıda kalsalar da, okulları, kiliseleri, yayınları ile kimliklerini yaşatmaya devam ediyorlar. Ne var ki inkâr, soykırımı her biri için sürekli kılıyor, suç işlenmeye devam ediyor.

Soykırım sürecinde Ermenilerle birlikte diğer Müslüman olmayan Anadolu halkları Asuri/Süryaniler, Rumlar, Ezidiler de aynı kaderi paylaştı. Hakkâri, Van ve Siirt’i kapsayan Tur Abdin bölgesinde ve kuzeybatı İran’da Urmiye bölgesindeki tehcir ve katliamlarda 300.000 Süryani öldürüldü. Küçük Asya Rumları 1914’ten başlayarak İttihat ve Terakki’nin emrindeki çeteler tarafından organize saldırılarla kaçırtıldı ve öldürüldü. Bu süreç 1923 yılına, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etti. Bir buçuk milyona yakın Rum, kimi göçertilerek, 750 bin kadarı katledilerek binlerce yıllık anayurtlarından koparıldı. Yani üzerinde yaşadığımız bu coğrafya önce Hıristiyan halklardan arındırıldı.  Cumhuriyetin kurulmasının ardından bir kısmı, yer yer soykırım sürecine fiilen katılan Kürtler hedef alındı ve diğer Müslüman etnik grupların da asimilasyonunu içerecek şekilde, ülkenin Türkleştirilmesi aşamasına geçildi.

100. Yıl – İnkâra Son Girişimi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne buradan sesleniyoruz: Soykırımı tanıyın. Af dileyin. Tazmin ve telafi edin. Ancak o zaman nehirlerden akan, vadilerde üst üste yığılan, uçurumlardan atılan, denizlerde boğulan mezarsız ölüler hak ettikleri gibi, haysiyetlerine uygun şekilde gömülmüş olacak. Ruhları huzura erecek. Yok edilen bir dünyayı geri getirmek mümkün değil; ancak suçun kabulü ve adaletin tesisi, kurbanların inkâr zulmüyle yaşayan ailelerinin duyduğu haklı öfke, acı ve özlemi bir nebze hafifletecektir.

100.YIL – İNKÂRA SON GİRİŞİMİ

Çocuklarımıza Yüzlerinde Gülüşlerin Eksik Olmadığı Yarınlar Diliyoruz

Çocukların yaşam hakları ile ruhsal ve bedensel bütünlüklerini ortadan kaldıran ağır hak ihlallerinin artarak sürmesi ile eğitim, sağlık, barınma ve beslenme hakkına erişimde de yaşanan sorunlar biz insan hakları savunucularını kaygılandırmaktadır.
 
İnsan Hakları Derneği; Çocuk Hakları Çalışma Grubu olarak; 2015 yılının ilk 3 aylık döneminde çocuk hakları alanında yaşanan ihlalleri kamuoyuyla paylaşıyoruz.
 
Resmi verilere göre 2.165 çocuğun halen cezaevlerinde olduğu, her yıl 300 bine yakın çocuğun polis ve adliyeyle ve yılda 10 bin çocuğun cezaevi ve gözaltı ile tanıştığı;
 
7 milyon 500 bin çocuğun kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldığı ve 893 bin çocuğun resmen çalışır göründüğü;
 
400 bin çocuğun en zor çalışma alanı olan tarım sektöründe çalışmak zorunda kaldığı,
 
Her yıl binlerce çocuğun cinsel taciz, tecavüz ve işkenceye maruz kaldığı ülkemizde çocuk hakları savunucusu olmak ve evrensel çocuk haklarının ivedilikle ülkemizde kullanır hale getirilmesini talep etmek zorunlu bir insani görevdir.
 
Toplumsal yaşamın her alanı neredeyse çocuklar için birer hak ihlali alanına dönüşmüş durumdadır. Çocuklar için en güvenilir yerler dediğimiz oyun parkları bile çocukların yaşam hakkını elinden alan tehlikeler barındırır hale gelmiştir.
 
Sokakların vazgeçilmez renkleri olan çocuklar sık sık nereden geldiği belli olmayan kurşunların hedefi olmaktadır.
 
Çocukların eğitimlerinden sorumlu olan okullar bazen çocukların çağdışı söz ve eylemlerle cezalandırıldığı ve aşağılandığı yerlere dönüşebilmektedir.
 
Dereler, göller ve denizler, yetkililerin ve büyüklerin tedbirsizliği ve dikkatsizliği sonucu çocuklarımızın canını alan yerlere dönüşmektedir.
 
Caddelerde ve yollarda trafik kazaları en çok çocukların canlarını almaktadır. Kamu binalarında, okullarda, hastanelerde büyüklerin ve yetkililerin yol açtığı ihmaller en çok çocukların canlarını yakmaya devam etmektedir.
 
Denetim yetersizliği sonucu öğrenci servisleri toplu çocuk ölümleri ve yaralanmalarına yol açmaya devam etmektedir.
 
Askeri mühimmat artıkları dikkatsizce ve kuralsızca askeri bölgeler dışına bırakıldığı için çocukların oyun malzemesine dönüşmekte ve çocukların canlarını yakmaya devam etmektedir.
 
Çocukların gözaltına alınması ve tutuklanmasına tüm evrensel hak belgelerinde” istisnai” durumlarda olanak tanınırken; ülkemizde başta toplumsal olaylarda olmak üzere; çocukların karıştığı iddia edilen tüm asayiş olaylarında çocuklar özensizce gözaltına alınmakta ve cezaevlerine konulmaktadır.
 
Öyle ki toplumsal gösterilere katıldıkları için; çocuklara ve ailelerine trafik cezaları bile verilmektedir.
 
Mevcut yasaların çocuklar ve tüm toplumsal kesimler için yol açtığı hak ihlalleri ortada iken; çıkarılan” İç Güvenlik Yasası” ile bu ihlallerin artarak devam edeceği görülmektedir.
 
NİHAT KAZANHAN’ın öldürülmesi olayında olduğu gibi; kolluk güçlerinin ölümden sorumlu olduğuna dair kuvvetli emarelerin olduğu olaylarda bile etkin soruşturma yoluna gitmekte isteksiz davranılmaya devam edilmektedir.
 
Ülkelerinde yaşanan iç savaşlarda canlarını zor kurtaran mülteci çocuklar sağlıksız çadırlarda ya soğuktan ya da ısınmak için kullandıkları ısıtıcıların çıkardığı yangınlarda, trajik bir şekilde can vermektedirler.
 
Evrensel insan hakları belgelerinde ifadesini bulan ” Her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı” ile ” Farklı İnanca mensup yurttaşların çocuklarının tabi tutulduğu zorunlu din eğitimi” uygulaması uluslararası hukuk otoritelerinin kararlarına rağmen devam ettirilmektedir.
 
Sayıları milyonlara varan engelli çocuklar uğradıkları tüm diğer hak ihlallerinin yanında bir de engellerinden kaynaklı olarak pek çok haklarına erişmekte zorluk yaşamaya devam etmektedirler.
 
Kuşkusuz gönüllü bir insan hakları örgütü olan derneğimizin kısıtlı imkânlarıyla çocuk hakları alanında yaşanan tüm ihlalleri tespit etmek mümkün olamamaktadır.
 
2015 yılının ilk 3 ayında derneğimiz çocuk hakları çalışma grubunca toplamda 1970 çocuk hak ihlali tespiti yapılmıştır.
 
Bu hak ihlallerinin 122’sini çocukların yaşam haklarının ihlali oluşturmaktadır. Bu 122 ölümün 13‘ünde intihar iddiası mevcuttur.
 
8’i kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu olmak üzere; toplam 640 çocuk çeşitli şekillerde yaralanmaya maruz kalmıştır.
 
Yine bu yılın ilk 3 ayında 205 çocuk gözaltına alınmış 18’i tutuklanmıştır.
 
872 çocuk Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir eğitim kurumu tarafından “potansiyel suçlu” çocuklar olarak kurumun internet sayfasında fişlenerek teşhir edilmişlerdir.
 
Taciz, tecavüz ve işkenceye uğradığını iddia eden toplam 107 vakanın 100 tanesi devletin gözetimi ve denetimi altında bulunan gözaltı yerleri, cezaevleri, yurtlar ve okullarda bu iddiaların yaşandığını belirtmişlerdir. (Gözaltı ve cezaevlerinde taciz tecavüz ve işkenceye maruz kalan çocuk sayısı 57) ( Devlet kurumlarında(okul, yurt) taciz, tecavüz ve işkence iddiası: 43)
 
12 çocuk hakkında kayıp başvurusu resmi makamlara yapılmıştır.
 
Türkiye’nin de 1995 yılında yürürlüğe koyarak taraf olduğu ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ 1989 yılında BM genel kurulunda kabul edilmiş ve dünyada en çok devletin taraf olduğu bir sözleşme haline gelmiştir.
 
Bu ana sözleşmeden başka 19 tanesi bağlayıcı olmak üzere; toplam 27 adet çocuk hakkı temelli uluslararası belge Türkiye tarafından imzalanmıştır. Her ne kadar bazı hükümlere çekince konulmuşsa da bu belgelerde ifadesini bulan hakların eksiksiz kullanılmasını sağlayacak makam kamu otoritesidir.
 
Ulusal ve uluslararası mevzuatta öngörülen hakların çocuklar tarafından kullanılabilir olması için atılması gereken adımlar halen şekli bir çerçevede kalmaya devam etmektedir.
 
Ülkemiz çocuklarının dünyadaki diğer akranlarının kullandıkları tüm hakları kullanarak gerçek bir bayramı yaşayacakları günleri birlikte yaratabileceğimize inanıyor;
 
Çocuklarımıza yüzlerinde gülüşlerin eksik olmadığı yarınlar diliyoruz.
 
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
ÇOCUK HAKLARI ÇALIŞMA GRUBU
 

Barış ve Çözüm Sürecinde Provokasyonlara Dikkat

11 Nisan 2015 günü Ağrı ili Diyadin İlçesi Yukarı Tütek Köyü kırsalı Tendürek Dağı eteklerinde yaşandığı belirtilen silahlı çatışma ile ilgili kamuoyuna yansıyan bilgiler olayın vahim düzeyde olduğunu göstermiştir.

Bilindiği gibi 21 Mart 2013’ten beri fiili bir çatışmasızlık yaşanmaktadır. PKK’nin ilan ettiği 8. Ateşkes sürecini siyasal iktidarın onayı ile TSK uymuş ve böylece fiili bir çatışmasızlık ortamı doğmuştur. Bu süreçte yapılan yasal değişiklikler ile jandarma veya kara kuvvetlerine bağlı silahlı birliklerin kırsal bölgelerde operasyon yapması vali onayına tabi tutulmuştur.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre Ağrı Valisinin talebi ve onayı ile Tendürek Dağı eteklerine bir askeri birlik gönderilmiştir. Kamuoyuna yansıyan gerekçeye göre yapılacak fidan dikme etkinliğine PKK gerillalarının katılacağı ve halka siyasi propaganda yapacağı, bu nedenle de bunun önlenmesi için askeri birlik gönderildiğidir. Bu gerekçe ile kırsal bölgeye askeri birlik göndermek asker ile gerillanın çatışmasını istemek demektir. Bilindiği gibi Türkiye Kürdistan’ının dağlık kırsal bölgesinde binlerce PKK gerillası bulunmaktadır. Son iki yıldır da fiili bir çatışmasızlık ile sorun İmralı Adası’nda Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerle çözülmeye çalışılmaktadır. Böylesi bir durumda bir valinin askerlerin yaşamlarını tehlikeye atacak bir operasyona göndermesi şüphe ile karşılanmalıdır.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre operasyon yapan askeri birlik ile gerilla arasında silahlı çatışma yaşanmış, çatışmayı duyan Diyadin halkı çatışma bölgesine giderek çatışmayı durdurmuş, yaralı halde bulunan askerleri çatışma bölgesinden çıkarmış, çatışmayı durdurmaya çalışan sivil halka askerler tarafından ve özellikle de helikopterlerden ateş açılmış, bu olaylar sonucunda sivil halktan Cezmi Budak ile Serhak Kızılay isimli gerila yaşamını yitirmiş, 4 asker ile bir sivil yaralanmıştır.

Öncelikle Ağrı Valisinin hangi gerekçeye dayalı olarak askerleri operasyona gönderdiğinin açığa çıkarılması bakımından İçişleri Bakanlığının görevlendireceği Mülkiye Başmüfettişleri tarafından soruşturulması gerekmektedir. Bununla beraber Ağrı Cumhuriyet Başsavcılığının olay hakkında etkili soruşturma açarak olayın sorumluları hakkında kamu davası açması ve bu olayda cezasızlığa izin vermemesi gerekmektedir.

Barış ve çözüm sürecinin geldiği aşamada 28 Şubat 2015 deklarasyonuna ve Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 günü okunan mektubuna uygun olarak izleme kurulunun oluşturulması ve diyalogdan müzakereye geçişin sağlanarak bu tip olaylara bir daha meydan verilmemesi gerekmektedir.

7 Haziran 2015 seçimleri öncesi çeşitli provokasyonlarla siyasal süreci etkilemeye dönük girişimlerin barış sürecini olumsuz etkileyeceği ve siyasal taraflara hiçbir fayda getirmeyeceğinin bilinmesi gerekmektedir. Ortadoğu’nun ateş çemberinde olduğu bir dönemde ülkemizdeki barış ve çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından başka bir seçeneğimiz olmadığını siyasal iktidarın kavraması ve buna uygun adımları atması gerektiğini vurgulamak isteriz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Seçim Sürecinde Yaşanabilecek İhlalleri Önlemek Mümkündür, Provokasyonlara Dikkat

7 Haziran 2015 milletvekilleri genel seçimleri öncesi yaşanan çeşitli olaylar seçim döneminin siyasal gerilimlere ve provokasyonlara açık bir şekilde yaşanacağını göstermektedir.
İHD raporlarına göre sadece 2014 yılında üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik 53 ırkçı saldırıda 328 öğrenci yaralanmış, 2015 yılının ilk 3 ayında ise çeşitli üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik saldırılarda 35 öğrenci yaralanmıştır. 2014 yılının Şubat-Mart döneminde ve Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 47’si HDP olmak üzere 21 BDP, 7 AKP, 2 CHP, 2 HÜDA PAR, 2 BBP ve 1 MHP binalarına toplam 108 saldırı olmuş ve bu saldırılarda 212 kişi yaralanmıştır. Aynı dönemlerde 1 MHP’li, 1 AKP’li, 1 Saadet Partili ve 1 HDP’li olmak üzere 4 kişi uğradıkları saldırı sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir. 2014 yılında Türkiye’nin çeşitli kentlerinde Kürt oldukları ve Kürtçe konuştukları için 18 linç teşebbüsü olayı yaşanmış ve 102 kişi yaralanmıştır. 2015 yılının ilk 3 ayında bu şekilde linç saldırıları sonucu 55 kişi yaralanmıştır. Siyasi parti bürolarına yönelik olaraktan 2015 yılı ilk 3 ayında yapılan saldırılarda 11 kişi yaralanmıştır.
Görüldüğü gibi özellikle seçim öncesi dönemlerinde siyasal gerilimin artması, kontrollü gerilim siyaseti izlenmesi, nefret söyleminin kullanılması ve çeşitli ayrımcı uygulamalar sonucu sık sık toplumsal olaylar yaşanmakta olup bu olaylar Türkiye iç barışının kırılgan bir noktada olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla toplumsal barışın tehlikeye girmesi her zaman mümkündür. Yaşanan gelişmeler bunu göstermiştir.
28 Şubat 2015 günü İstanbul Dolmabahçe Sarayı Başbakanlık Ofisinde tarihi bir açıklama yapılmıştır. Kamuoyuna 10 maddelik deklerasyon metni olarak sunulan metin bizzat Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınmış, HDP heyeti tarafından bu metnin okunduğu sırada devleti, hükümeti ve siyasal iktidarı temsilen temsilciler hazır bulunmuştur. Bu deklarasyonun yarattığı olumlu hava maalesef iyi değerlendirilememiştir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 günü Diyarbakır Newroz’unda okunan mesajı PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleyi sona erdirmesi ile ilgili kongreyi toplama koşullarını ortaya koymuştur. Buna göre müzakerelerin başlayabilmesi bakımından izleme kurulunun oluşturulması ve parlamento bünyesinde hakikat komisyonunun kurulması gerekliliği ortaya konmuştur. Her iki komisyondan temsilcilerin katılımı ile beraber PKK Kongresinin toplanarak Türkiye’de silahlı mücadeleyi sona erdirme kararı alacağı ifade edilmiştir. Dünya örnekleri göstermektedir ki, silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve silah bırakmanın tarafların karşılıklı atacağı adımlarla birlikte geldiğidir. Dolayısıyla hükümetin çözüm sürecini mutabakata varıldığı gibi ilerletmesinde zaruret olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Çağlayan Adliyesinde Cumhuriyet Savcısına yönelik rehin alma eylemi kabul edilemez.
01.04. 2015 tarihinde İstanbul Çağlayan Adliyesinde Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz‘ın iki eylemci tarafından rehin alınması ve eylemin sona erdirilmesine yapılan müdahalenin eylemcilerle birlikte cumhuriyet savcısının yaşam hakkı ihlaline sebep olmasının mutlaka araştırılarak gerçeğin ortaya çıkarılması gereken bir hadise olduğunu vurgulamak istiyoruz. Eyleme müdahalenin infaz sonucunu doğurduğu ve yaşam hakkı ihlali gerçeği orta yerde durmaktadır. Dolayısıyla siyasal iktidarın bu infaz nedeni ile bir kez daha güvenlikçi politikalarını terk etmesi gerektiğini vurgulamak istiyoruz.
Yargı mensuplarına yönelik eylem biçimlerinin ise demokratik ortama hiçbir katkı sağlamadığını bir kez daha belirtmek isteriz.
Devletlerin, yaşam hakkı konusunda hem ihlal etmeme negatif yükümlülüğü hem de yaşam hakkının ihlal edilmesini önleme yükümlülüğü, önlem alma yükümlülüğü (pozitif yükümlülük) bulunmaktadır.
Bu olayda her iki yükümlülük de yerine getirilmemiştir.
Avukatlara yönelik ayırımcı uygulamalar kabul edilemez.
Adliyeye yönelik saldırı bahane edilerek yargının kurucu unsurlarından olan ve savunma makamını temsil eden avukatlara yönelik ayrımcı ve ötekileştirici söylem ve uygulamalar kabul edilemez. Siyasal iktidar avukatlara yönelik bu tutumu ile yeni güvenlik konseptini adeta devreye koymuş, vatandaşa avukatlar üzerinden ciddi bir gözdağı vermek istemiştir.
İç güvenlik yasası ile Türkiye Polis devletine dönüştürülmek isteniyor.
Bütün bu olup bitenler arasında iç güvenlik paketi adı ile bilinen kanun tasarısının yasalaşmış olması Türkiye’nin bundan böyle polis devleti uygulamaları ile daha fazla karşılaşacağını göstermektedir. Bu ise daha fazla yaşam hakkı ihlali, daha fazla kişi güvenliği ve özgürlüğü ihlali, daha fazla gösteri yasağı, daha fazla adil yargılanma hakkı ihlali demektir. Siyasal iktidar yeni güvenlik anlayışı ile güvenlik bürokrasisini oldukça güçlendirmiş olup bu kesimden gelebilecek provokasyonlara adeta yasal zemin hazırlamıştır. Türkiye’de cezasızlığın sürdüğü bir ortamda güvenlik bürokrasisinin daha fazla korunacak olması cezasızlık politikasının en temel politika biçiminde sürdürüleceğini göstermektedir.
Fenerbahçe Kulübü’ne yönelik saldırıyı kınıyoruz.
Seçim öncesi bir dönemde Fenerbahçe Kulübü’ne yönelik yapılan saldırı ile ciddi bir provokasyon yaratılmak istenmiş, bir spor kulübünün yok edilmesi pahasına Türkiye kaos ortamına çekilmek istenmiştir. Siyasal iktidarın seçim öncesi dönemde bu türden provokasyonları önleyecek gerekli tedbirleri alması gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
7 Haziran 2015 seçimleri öncesi siyasal iklimin sakin bir ortamda geçebilmesi bakımından öncelikle siyasal söylemin nefret söyleminden arınmış bir biçimde olmasını ve ayrımcı dil kullanılmamasını önermekteyiz. Siyasal iktidarın Kürt sorunundan kaynaklanan gerilimin yaşanmaması bakımından çözüm sürecini varıldığı belirtilen mutabakatlara uygun olarak sürdürmesi gerektiğini ve bir an önce izleme kurulunu oluşturarak müzakereleri başlatmasını önermekteyiz.
Siyasal iktidarın güvenlik paketi ile elde ettiği yetkilerin güvenlik bürokrasisi tarafından kullanılmasında suiistimalleri önleyecek etkili denetim tedbirlerini almasını ve mümkünse bu yetkilerin hiçbirisinin kullanılmaması gerektiğini belirtiyoruz.
Hak savunucuları olarak seçim sürecini yakından izleyeceğimizi ve bu süreçte daha önceki süreçlerde yaşanan linç teşebbüsleri gibi ağır ihlaller yaratan olayların meydana gelmemesi konusunda tüm kamuoyunu duyarlı olmaya ve provokasyonlardan uzak durmaya davet ediyoruz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

TİHK Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı Hakkında Değerlendirme Notu

I. Arka Plan Bilgisi
1. Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK) tarafından hazırlanan yeni Tasarı ile ilgili görüşlerimiz bu not vasıtasıyla sunulmaktadır.

2. Bilindiği üzere, 21 Haziran 2012 tarihli ve 6332 sayılı Kanunla TİHK kurulmuştur. İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunması amacıyla oluşturulması beklenen TİHK’in niteliklerinin, gerek kuruluş kanunu hazırlık aşamasında gerekse 2014 yılında Kurum tarafından hazırlanan Tasarı tartışmalarında; yetki, görev ve yapısal koşullarıyla ilgili uyulması gereken asgari prensiplere dayanmaması sebebiyle sivil kurumlar olarak konu ile ilgili kaygılarımız ayrıntılı olarak kamuoyu ile paylaşılmıştır[i].

3. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve BM Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş olan ve “Paris Prensipleri” olarak nitelendirilen “İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması için Kurulan Ulusal Kurumların Statüsüne İlişkin İlkeler” bu alanda en genel ve asgari standartları temsil etmektedir[ii].

4. TİHK’in, insan haklarının geliştirilmesi ve korunması amacıyla ihdas edilmesi beklenen ve Paris İlkeleriyle uyumlu Ulusal İnsan Hakları Kurumu olarak faaliyetinin yapısal ve işlevsel açıdan imkânlı olmadığı Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının yanısıra uluslararası toplum tarafından da tespit edilmektedir.

4.1. 27-29 Ocak 2015 tarihlerinde Cenevre’de yapılan Türkiye’ye yönelik ikinci dönem BM Evrensel Periyodik İncelemesinde TİHK ile ilgili olarak, Kuruluş Kanununun Paris Prensiplerini karşılamaktan uzak olduğu ve Paris Prensipleriyle tam uyumlu olarak yapısal, mali bağımsızlığını garanti altına alacak kanun değişikliğinin yapılması gerektiği ifade edilmiştir>[iii]

Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Christof Heyns’in 16 Mart 2013 tarihli Raporu, TİHK Kuruluş Kanununun “bağımsızlık, üyelerinin seçim usulleri, sivil toplumun katkı sunmasının kısıtlanmasının önüne geçilmesi, kurumun etkili bir biçimde işlemesinin ve soruşturma yetkilerini tam anlamıyla yerine getirebilmesinin sağlanması” için gözden geçilmek zorunda olduğunu ortaya koymuştur[iv]

BM İnsan Hakları Komitesi 13 Kasım 2012 tarihli Sonuç Gözlemlerinde de “Devlet, ulusal insan hakları kurumunu kuran 2012 tarihli Yasayı, yapısal ve mali bağımsızlığı garanti altına alacak şekilde tam anlamıyla Paris Prensipleriyle uyumlu olarak değiştirmelidir” şeklinde tavsiyesi yer almıştır.

4.2 AB Komisyonunun 8 Ekim 2014 tarihli, 2014 Türkiye İlerleme Raporunda TİHK’in bağımsız hale getirilmesi, yeterli sayıda insan hakları uzmanı istihdam edilmesi ve bu uzmanların görevlerini yerine getirirken yasal güvence altına alınmaları ihtiyacı bulunduğu ifade edilmiştir. Komisyon,  İl ve ilçe İnsan Hakları Kurullarının geleceğinin ve bu kurulların TİHK ile olan idari ilişkisinin açıklığa kavuşturulması gerektiğini önermiştir[v].

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli ziyaret raporunda Kurumun Paris İlkeleriyle uyumunun sağlanabilmesi için yasal dayanağının daha kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesinin gerekli olduğunu ifade etmiştir. İnsan hakları konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarının katılım, kapsayıcılık ve şeffaflık hakkındaki kaygılarının bertaraf edilmesi gerektiği; üyelerinin seçiminde yürütme erkinin etkin oluşu, çoğulculuk ilkesinin gözetilmemesi; üyelerinin bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayacak güvencelerin bulunmayışı; bağımsızlıkları açısından gerekli ek güvenceler sağlanmadan TİHK çalışanlarının diğer devlet memurları için uygulanan genel personel ve işe alınma mevzuatına tabi olmaları ve İnsan Hakları Kurulunun (Kurul üyeleri tarafından seçilen) Başkanına ve İkinci Başkanına, sivil toplum tarafından tercih edilen daha çoğulcu ve katılımcı karar mekanizmalarının aksine, geniş yetkiler verilmiş olması; İnsan Hakları Kurulu Başkanının, Kurula başkanlık etmenin yanı sıra Kurumun idari başkanlığını da yürüttüğünü ve bütçe ve personel konularında çok geniş yetkilere sahip olduğunu tespit etmiştir[vi].

5. Bilindiği gibi Türkiye BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokolün gereklerine uygun olarak ulusal önleme mekanizması belirlemek yükümlülüğü altındaydı.

Birleşmiş Milletler İşkence Alt Komitesi Başkanı Malcolm Evans’ın da katıldığı 3 Kasım 2011, 8 Ekim 2012 ve 16 Ocak 2014 tarihlerinde Ankara Üniversitesi, İşkence Önleme Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlediği ve TİHK temsilcileri de dahil olmak üzere kamu kurumları, Bakanlıklar ve sivil toplum kuruluşlarından temsilcilerin katılım gösterdiği OPCAT uyarınca oluşturulması gereken Ulusal Önleme Mekanizmasının etkin olarak gerçekleştirilmesine yönelik çalışma toplantılarında esas olarak çıkan sonuç; “ulusal önleme mekanizması oluşturulmasına yönelik somut, kamunun huzurunda ve sivil toplumun katıldığı herhangi bir çalışma gerçekleştirilmemiş, aksi yönde kabulü imkanlı olmayan böylesi bir çalışma için hangi kamu biriminin belirlendiğine dair de bir bilgi edinilemediği” şeklinde idi. TİHK’in ulusal önleme mekanizması işlevi üstleneceği doğrultundaki ifadelere rağmen, özel olarak 8 Ekim 2012 tarihli toplantı katılımcılarından TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde TİHK Yasası için oluşturulan Alt Komisyonun Başkanı Adalet ve Kalkınma Partisi İzmir Milletvekili Hamza Dağ’ın toplantıda ifade ettiği gibi TİHK Yasası Komisyonda çalışılırken bu kanunun ulusal önleme mekanizması düşünülerek hazırlanmadığı kaydedilmiş idi. Bunun gibi 16 Ocak 2014 tarihinde gerçekleşen toplantıda TİHK temsilcileri Kurumun ulusal önleme mekanizması işlevi görmesinin imkânı olmadığı, hatta Kurumun “çökeceği” dile getirilmiş ve tüm katılımcılar açısından da bu fonksiyonun TİHK tarafından yerine getirilemeyeceği konusunda tam mutabakata varılmış idi.

6. Paris İlkeleri ve İhtiyari Protokol düzenlemeleri, yanı sıra ilgili sivil toplum örgütleri ile uluslararası toplum ve dahi kamu temsilcilerinin yukarıda özetlenen değerlendirmelerine ve TİHK’in bir ulusal insan hakları kurumu sıfatıyla yapısal ve işlevsel olarak görev üstlenemeyeceğine yönelik tespitlere rağmen maalesef 28 Ocak 2014 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren 09 Aralık 2013 tarih, 2013/5711 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile TİHK, ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmiştir. 04 Şubat 2014 tarihinde ise Birleşmiş Milletler Cenevre nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliğince, ulusal önleme mekanizması olarak Ulusal İnsan Hakları Kurumunun belirlendiğinin bildirilmesi girişiminde bulunulmuştur[vii].

6.1 Bu kapsamda ifade etmek gerekir ki TİHK’in kuruluş amacı ile ilgili ulusal ve uluslararası düzeyde değerlendirmeler yukarıda ifade edildiği şekildeyken, evrensel normlar gereği kabul edilmiş kurulma amacına uygun bir ulusal insan hakları kurumu olarak görev ifa etmek üzere Kuruluş Kanununda bütünlüklü ve kapsamlı bir değişiklik yoluna gidilmeden, hele de Kuruluş kanunu ile kendi görev ve yetki alanında olmayan ulusal önleme mekanizması olarak yapılandırılmaya çalışılması gerçekçi değildir.

6.2 TİHK tarafından hazırlanan ve 20 Ocak 2014 tarih, 16949670/550-76 sayılı yazı ile örgütlerimize de iletilen bir önceki “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”nın Genel Gerekçe bölümünde yer verilen “Ancak, (mevcut TİHK kanununun) gerek mezkur madde metinlerinde gerekse gerekçelerinde Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Seçmeli Protokol’e bir atıf yapılmamıştır. Ayrıca, Kurumun mevcut teşkilat yapısı ve personel sayısı göz önünde bulundurulduğunda da kanun koyucu tarafından ulusal önleme mekanizması olarak Kurumun düşünülmediği açıkça anlaşılmaktadır.[viii] şeklindeki ifadeler mevcut TİHK Kuruluş Kanununda kapsamlı ve bütünlüklü yeniden düzenlenmeler gerçekleşmeden Kurumun ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmesinin mümkün olmadığının itirafı niteliğindedir.

6.3 Öte yandan, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin Ziyaret Raporunda, “Ulusal önleme mekanizması görevinin Kuruma verilmesi ihtimaline karşı sivil toplumun ortaya koyduğu bağımsızlık ve operasyonel kapasiteye sahip olmamak şeklindeki itirazları”hatırlatılarak ulusal önleme mekanizmasının belirlenmesi zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Komiser, “Kurumun Paris İlkeleriyle uyumunun sağlanabilmesi için kurumun yasal dayanağının daha kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesinin gerekli olduğu ve Türk makamlarının bu Kuruma, BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesine ek İhtiyari Protokolü dahil olmak üzere, ilgili uluslararası sözleşmelere uygun bir biçimde faaliyet gösterecek bağımsız bir denetleme görevi tevdi etmeyi düşünüyorsa, bunun daha da gerekli olacağını”kaydetmiştir.

II. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı

7. 06 Mart 2015 tarihinde örgütlerimiz ile de paylaşılan ve geçen sene hazırlanan taslak üzerinden eklektik bir şekilde yeniden hazırlandığı anlaşılan “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağının” genel gerekçesi ve madde gerekçeleri değerlendirilmeden önce, Kararname ile yapılmış olan ulusal önleme mekanizması olarak yetkilendirmenin Kanun Tasarısı içeriği de gözetilerek taraf olunan İhtiyari Protokol ve yasalaştırma etkinliği açısından hukuka uyarlı olmadığını belirtmek isteriz. Yanı sıra, herhangi bir Anayasal ya da Kanuna dayalı yetkilendirme bahis konusu olmadığı için Tasarı taslağının hukuki güvenliğinin olmadığı da gözlemlenmektedir.

8. Kanun Tasarısı Taslağının hazırlanmasında ulusal önleme mekanizması görevinin Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Kuruma verildiği ifade edildikten sonra, 2014 yılında hazırlanan taslakta da olduğu gibi, iki gerekçe öne sürülmektedir. Bunlardan ilki, “ulusal önleme mekanizmasının oldukça kapsamlı bir görev” olmasından bahisle “diğer görevleri de göz önünde bulundurulduğunda, mevcut teşkilat yapısı ve personel sayısı ile Kurum’un, ulusal önleme mekanizması görevini etkili bir şekilde yerine getirmesi oldukça güçtür. Bu nedenle teşkilat yapısı yeniden düzenlenerek Kurumun merkez teşkilatının güçlendirilmesi, taşra teşkilatı kurulması, personel sayısının artırılması ve illerde uzman personel istihdamı zorunlu hale gelmiştir.” şeklinde ifade edilmektedir. Kapatılma mekanları sayısının 5000 olarak ifade edildiği genel gerekçe, ulusal önleme mekanizması işlevinin sayısal bir mesele olarak kavranıp, bağımsız bir ziyaret mekanizmasının neden işkencenin önlenmesi için gerekli koşul olduğuna yönelik bir kabule sahip değildir.

İkinci gerekçe olarak ise Kurumun genel müdürlük düzeyinde teşkilatlandırılmasının “ulusal ölçekte Kurumun etkinliğini azaltacağı, uluslararası ölçekte ise Kurumun ve dolayısıyla Ülkemizin prestijini olumsuz etkileyeceği” belirtildikten sonra “müsteşarlık düzeyinde teşkilatlandırılmasının uygun olacağı” ifade edilmektedir.

9. Tasarının genel gerekçesi büyük ölçüde ulusal önleme mekanizma işlevi üzerine odaklanmıştır. Ancak maalesef tasarı taslağının genel gerekçesinin hilafına madde metinleri ulusal önleme mekanizması işlevi ile ilgili olmaktan esas olarak uzak, dahası ilişkili olunduğu iddia edilen yerlerde (md. 1; md. 5 ve md. 7) dahi Paris Prensipleri ile Protokol ilkeleriyle hiçbir şekilde temas bile etmeyen niteliktedir. Kurumun, üyelikler ile teşkilatlanmaya ve görev tanımlarına yönelik çok sınırlı düzeyde ve temel standartlardan uzak düzenleme önerip bunun dışında Kurumda yer alacak kişilerin mali özlüklerine ilişkin ayrıntılı bir çalışma gerçekleştirmiş olması kabul edilebilir değildir.

10. Öncelikle belirtmek gerekir ki, ulusal önleme mekanizması İhtiyari Protokol’ün 18/son maddesi gereği Paris İlkeleri ile uyumlu oluşturulmak ve işlev üstlenmek zorundadır. İhtiyari Protokol, nasıl bir ulusal önleme mekanizması oluşturulacağına ilişkin karar verme süreçlerinin tüm aşamalarının şeffaf olmasını; sürecin, konuyla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler, vb. yapıları kapsayıcı olmasını gerekli kılmaktadır. Oysa yukarıda da değinildiği gibi bu konuda yıllardır yoğun çaba gösteren kurumların ortak mutabakatlarına hürmet edilmeden, dahası bu mutabakata bütünüyle aykırı ve hiçbir sivil katılıma imkan vermeden söz konusu yetkilendirmenin yapılması kabul edilemez.

10.1 Ulusal önleme mekanizması, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin bulunduğu her yerde önleyici fonksiyon icra edebilecek; inceleme ve denetleme yapabilecek, ziyaretlerde bulunabilecektir. Ulusal önleyici mekanizmaların görev tanımları ve yetkileri ulusal mevzuatta anayasal veya yasamaya yönelik bir metin şeklinde açık ve spesifik olarak belirtilmelidir. Alıkonulma mekânlarının genel tanımları Protokole uygun şekilde yapılarak bu metinlere yansıtılmalıdır. Ulusal önleyici mekanizmalar işkence ve kötü muameleye karşı var olan koruma sistemlerini tamamlamalıdırlar. Hükümete ait ve hükümet dışı izleme, kontrol ve teftiş kurumlarının yerine geçmemeli veya onların uygulamalarını tekrarlamamalıdırlar. Mekanizmaların ana hedefleri, taslak mevzuat oluşturmak veya var olan ya da önerilen mevzuata yorumlar getirmenin yanında, toplanan bilgiler ve yapılan gözlemler zemininde tavsiyeler oluşturmak ve yetkili mercilerle diyaloğa girerek özgürlüğünden mahrum bırakılmış kişilerin durumlarını iyileştirmeye yönelik bir bakış açısıyla tavsiyeleri uygulamaya yönelik öneriler sunmaktır. Yine, bir ulusal önleme mekanizmasının İhtiyari Protokol ve Protokol 18/son maddesi gereği Paris İlkeleriyle uyumlu olabilmesi için Protokole taraf devletlerin, alıkonulma yerlerine haberli/habersiz ziyaretler yapmak üzere fonksiyonel, yapısal ve personel rejimi açısından bağımsız; finansal ve insan kaynağı açısından yeterliliği sağlanmış; kendi personeli ve bütçesine sahip; yetkileriyle alıkonulma yerlerine erişim güvenceleri iç hukukta anayasal ya da yasal olarak belirlenmiş olarak kurulması gerekmektedir[ix].

Kısacası, İhtiyari Protokol gereği ulusal önleme mekanizması işlevinin üstlenilmesi sadece bir kurumun belirlenmesine değil; görev tanımının, yetkilerinin, yapısının, işlevsel bağımsızlığının, hem bütçe hem de insan kaynakları açısından yeterli kaynak aktarımının sağlandığı yasal düzenlemenin varlığına bağlıdır.

10.2 İlgili mevzuat gerekli uzmanlık ve deneyimleri de içeren yayınlanan kriterlere göre yapılacak olan ve sivil toplum dâhil geniş yelpazede paydaşların katılımını sağlayan açık, şeffaf ve çoğulcu bir şekilde UÖM üyelerinin seçim ve atanma süreci, üyelerin cinsiyet açısından eşitlikçi olması,  azınlıkların, etnik ve yöreye özgü grupların yeterli ölçüde temsil edilmelerine dikkat edilmesi, üyelerinin görev süresini ve görevden alınması için her tür gerekçelerin açıkça belirtilmesi, işlevlerinin bağımsız olarak yerine getirebilmeleri için gerekli olan imtiyaz ve dokunulmazlıkları sağlanmasını içermelidir.

11. Tasarı taslağında bu hususlar hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Tasarı Taslağı ile ulusal önleme mekanizmasının özgün yapılandırılması esas alınmadan Kurumun yapısına yönelik değişiklik öngörülerek, ulusal önleme mekanizması işlevinin amacıyla uyumsuz dahası mezkur düzenlemelere aykırı bir düzenleme ifade edilmektedir.

Dahası, bugüne kadar ulusal ve uluslararası düzeyde tüm ilgili kurumlar tarafından TİHK’in bağımsızlığının güvence altına alınması ve kapasitesinin güçlendirilmesinin öncelikli sorun olduğu ortaya konmuş iken tasarı taslağı bu sorunların çözümüne yönelik değil de tam tersine, özellikle ulusal önleme mekanizması ile ilgili olduğu söylenen md. 7, md. 8, ve md. 9 kapsamında sivil kurumları, insan hakları örgütlerini ve akademisyenleri “sıradan bir devlet memuru” haline sokmayı hedefleyen son derece kaygı verici bir yaklaşıma sahiptir.

12. Tasarı taslağı, Kurul üyeliklerine (md.2), Kurum teşkilatlanmasına (md.3, md.4, md.5, md.6), bir kısım görev/yetki alanına (md.7, md.8, md.9, md.10), Kurum personeli mali özlük haklarına ilişkin hükümler ihtiva etmektedir ( md. 11-17).

12.1 Tasarı taslağında, Kurumun teşkilatlanmasına yönelik çeşitli düzenlemelerin “işlevsel özerklik” gayesiyle teşkilatlandırma açısından öneri getirildiği ifade edilmektedir. Yıllardır kanuni esasa dayanmadan varlığını sürdüren il ve ilçe insan hakları kurullarının Kuruma devri çağrışımı, kuruluş kanununda birim olarak görev üstlenen ve bu tasarı ile daire başkanlığına dönüştürülmesi öngörülen yapılarla ilgili yeni hiyerarşik yapılanma ilkeleri belirlendiği görülmektedir. Paris İlkeleri md. 5’te hüküm altına alındığı gibi Kurumun teşkilatlanmasına yönelik güvencelerin önemi etkinliklerinin sorunsuzca sürdürülmesini sağlayacak elverişli bir altyapıya, yeterli mali kaynaklara, kendi personeline ve tesislerine sahip olmasıdır. Bu temel esasları gözetmeden, sıradan devlet kurumu teşkilatlanmasına tabi, isimleri değiştirmek ve hantal diğer yapıları Kurumun bünyesine katmak yönünde bir düzenlemenin anlamının olmayacağı açıktır. Bunun gibi, itiraz gibi önemli görevlerle donatılan  “yerel insan hakları kurulu” gibi yapılar Tasarıda adı geçen ancak tanımlanmayan kurullar olarak yerini almıştır.

12.2 Taslak, Kurul üyelikleriyle ilgili “sivil toplum eleştirileri” gereği düzenleme önermektedir. Paris İlkeleri md. 2 gereği,  oluşumu ve görev alanı açıkça anayasal ya da yasal düzeyde tanımlanması gereken Kurumun üyeleriyle ilgili görev süresi, görevinin sonlanacağı koşullar, yeniden seçilme koşullarına yönelik düzenlenmenin bağımsızlığı gerçekleştirmeye yeter olmaması gerekmektedir. Üyelerin adaylıklarının alınması ve kriterlere dayalı olarak seçilmelerine ilişkin süreçte hükümetin ya da başka herhangi bir merciin adaylıklar konusunda bir filtreleme yapmaması, tüm adayların seçimi yapacak mekanizmanın önüne gitmesi gereklidir. Aksi halde hükümeti temsil eden kurumların ve Kurul’un dilediği kişiyi kurul üyesi olarak ataması mümkün olacaktır. Başkan ve üyelerin, hükümete bağlı çalışmaları sonucunu doğuracak bir atanma usulü ise Paris İlkelerinin “tarafsızlık ve bağımsızlık” öngören ruhuna kesinlikle aykırıdır[x].

Tasarı Taslağında Kurul üyelerinin seçiminde, Bakanlar Kurulunun etkisi devam etmektedir. Bu açıdan üyelerin bağımsızlıklarını güvence almak üzere hiçbir kriter öngörülmüş değildir. Kurul’un, aday listelerini, seçimi gerçekleştirecek mercilere göndermeden önce bir filtre uygulayıp uygulamayacağı net olmadığı gibi Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterleri de belirlenmiş değildir. Kurul üyelerinin Başbakanlık tarafından soruşturma izni verilmesi halinde yargılanacağını öngören düzenleme, bağımsızlığı ve dokunulmazlığı esas alması gereken bir düzenlemeden açıkça uzaklaşmayı tercih etmektedir. Bunun gibi ihlali gerçekleştiren devlet aktörlerinin raporlandırılması bahis konusu olduğunda soruşturma izni verecek olan makama karşı sorumluluk hissedilmesi kaçınılmazdır. Kurumda tanımlanan personel ve çeşitli fonksiyon affedilen diğer uzmanlar açısından ise hiçbir koruyucu hüküm mevcut değildir.

Kurulun üye profilinin oluşturulmasında cinsiyet dengesinin ve etnik/dinsel/kültürel azınlıkların temsilinin gözetileceğine dair herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Yine üyelerin insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda aranması gereken özellikleri de işlevsel bağımsızlık açısından önem arz etmekteyken bu konuda aynı nitelikte düzenlemelerin varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Neticeten, Paris İlkelerinin kapsamı açısından bağımsızlık teminatlı bir düzenleme öngörülmediği, önerilen maddelerin de kendi içinde bu güvencelerden yoksun olduğu değerlendirilmiştir.

12.3 TİHK’in, tasarı taslağının esaslı olarak personelin mali özlük hakları ile ilgili düzenlemeleri içermesi anlaşılmazdır. Paris İlkeleri (md. 5) gereği mali bağımsızlık önemli olmakla beraber kendi personeline sahip olması bağımsızlık içinde Ulusal İnsan Hakları Kurumu olarak etkin faaliyet sürdürmesi için yeterli, dahası anlamlı değildir. Bu anlamda Kurumun özenle ve hassasiyetle üzerine çalıştığı aylık ödenek, hak ve tazminat gibi mali hükümler konusunda rakam-gösterge ve derece yönünden yapılan değerlendirmeler konusunda bir görüş belirtemeyeceğiz. akkaKurulduğu zamandan bu yana üstlendiği görev ile ilgili kamuoyu malumatı zayıf bırakıldığı için personel rejimi açısından Tasarı taslağında yer verilen düzenlemeler açısından gerçekçi ihtiyaç analizi tarafımızca değerlendirilebilir değildir. Ancak, hem Paris İlkeleri ve ilgili tavsiyeler hem de yukarıda anılan Nils Muiznieks’in raporunda da belirtildiği gibi, Kurum personelinin diğer devlet memurları için uygulanan genel personel ve işe alınma mevzuatına tabi olması bağımsızlık ilkesi açısından kabul edilebilir değildir. Bunun gibi, Tasarı 14. Maddesinde “İl İnsan Hakları uzmanı” kadrosunun toplam kadro ile ilişkisini tanımlamakta ancak Tasarının hiçbir maddesinde tanımına yer vermemekle kalmayıp, ek göstergelerde dahi kadro ihdas etmemektedir. Dolayısıyla personelinin bağımsızlığı konusunda hiçbir düzenlemeye yer verilmeyen Tasarıda, olmayan kadrolar için sayısal sınırlar konulması yapısal ve işlevsel bağımsızlığın nasıl yerine getirileceğine dair yaklaşımın da itirafı niteliğindedir.

13. Tasarı taslağı md.1’de, Kurumunözgürlüğünden mahrum bırakılan ya da koruma altına alınan kişilerin alıkonuldukları yerlereTürkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde düzenli ziyaretler gerçekleştirmek” şeklinde görev, diğer görevlerine ek olarak tanımlanmıştır. Yürürlükte olan Kanun, İşkence ve Kötü Muamele ile Mücadele Birimine de aynı görevi vermektedir. Madde gerekçesinde bu tanımın Kurumun diğer görevlerinin yanı sıra ulusal önleme mekanizması görevini de üstelenecek olması nedeniyle getirildiği belirtilmektedir. Yukarıda yasal zeminden yoksun bir mekanizmanın Protokol ilkeleriyle uyumlu olmayacağına yönelik yaptığımız açıklamalara ek olarak uluslararası sözleşme atfının da etkin bir ulusal önleme mekanizması görevlendirmesi için yeterli olmayacağını belirtmek isteriz.

Tasarı, mevcut Kanunda birim olarak örgütlenmekte olan yapıları, daire başkanlığına çevirmektedir. Daire başkanı olarak tanımlı kadronun yapısal ve işlevsel bağımsızlığının nasıl sağlanacağı konusunda hiçbir hüküm ihtiva etmeyen Tasarıda, 5. maddede işkence ve kötü muameleyle mücadele başkanlığı, düzenli olarak habersiz veya haberli ziyaret gerçekleştirmek şeklinde bir yetki ile donatılmıştır. Ancak bu işlevin yerine getirilmesi açısından bağımsızlık ilkelerinin nasıl gerçekleştirileceği yer almamaktadır. Dahası Tasarının gerekçesinde kurumsal ve kapasite açısından yetersizliğine sıklıkla atıfta bulunulan mevcut Kurumun, hem bu daire başkanlığının ziyaret raporu standartları belirlemek şeklinde hem de eğitim daire başkanlığının eğitim materyali hazırlamak, eğitim konusunda standart belirlemek gibi kendine dair teşhisinden uzak, iddialı ve çoğulculuğu, bağımsızlığı dışlayan sınırlılıklar inşa ettiği gözlemlenmektedir.

14. Tasarı taslağının ulusal önleme mekanizmasıyla ilgili olduğu ifade edilen tek ve diğer maddesi olan 7. madde de ulusal önleme mekanizması işlevine atıf yapılmakta ve gerekçe de bu işlevin yerel düzeyde görev ile yetkileri Yönetmelikle düzenlenecek olan “Bürolar” ve “il insan hakları istişare kurulları” ve ¨insan hakları bağımsız raportörleri¨ tarafından yerine getirileceği ifade edilmektedir.

14.1 Büro olarak tanımlananın yapısal koşullarının ne olduğu, nasıl bir yöntemle, nasıl bir yetki ve görev üstleneceği,  üyeleri yahut profesyonel olarak çalışacak olan kadrolarının ne olduğu hiçbir şekilde tanımlanmamakta, dahası “yönetici kadrosu ihdas edilmeyeceği” belirtilmektedir. Yok hükmünde olan bu büronun, TİHK’ten de bağımsız ve kendi içinde bağımsız nasıl bir fonksiyon üstlendiği belirsizdir. Bunun gibi, il insan hakları istişare kurulu olarak ortaya konan yapı ise, yasal hiçbir zemini olmadan faaliyet gösteren mevcut İl İnsan Hakları Kurulunun daha az toplanmasını sağlayacak bir düzenleme öngörmektedir. Vali merkezli bu istişari yapının işkencenin önlenmesi bahis konusu olduğunda hiçbir bir işlevsel ve yapısal özerklik içinde olmadığı aşikardır. Yine insan hakları bağımsız raportörleri olarak tanımlanan, ihtiyaç duyulması halinde, tek kriter olan “istekli”liler arasından Kurumca seçilecek bir kategori de bu tasarı ile tanımlanmaktadır. Düşük maliyet talebi olarak açıklanan gerekçe aynı zamanda kapasitesel olarak kendini yetersiz olarak değerlendiren Kurumun neye dayalı olduğu bilinmeyen bir şekilde sertifikalandırması ile Kurumun öncülüğünde hayata geçeceğini ifade ettiği bir uzmanlaşma tanımlamaktadır. Bağımsız olarak isimlendirmiş olmasına rağmen, Kurum onayı yahut Kurulun belirlemesi ile görevlendirilen,  Kurumun belirlediği standartlarda görev ifa etmesi beklenen ve üstelik hiç bir özel görevi dahi tanımlanmamış olan bu raportörlerin Protokol ve Paris Prensipleri ile SPT tavsiyeleri açısından hiçbir karşılığının olmadığı açıktır.

14.2 Yine, bu düzenlemelerin “işlevsel özerklik” gayesiyle önerildiği ifade edilmekteyse de bilindiği üzere işlevsel özerklik Protokolün 20. maddesinde açıkça hüküm altına alındığı üzere ulusal önleme mekanizması görevlerini yerine getirebilmek için alıkonulan kişilerin ve alıkonuldukları yerlerin sayılarına, nerede tutulduklarına ve tutuldukları yerlerdeki bakım ve tutulma şartlarına ilişkin bilgilere ulaşabilmesini; ulusal önleme mekanizmasının ziyaret edeceği yerleri ve görüşecekleri kişileri seçme özgürlüğü ile bu kişilerle özel olarak, tanıksız, doğrudan veya gerekirse bir tercüman aracılığıyla görüşme yetkisi olmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla Tasarı Taslağında bu yönde bir düzenleme mevcut olmamasına rağmen, gerekçe ile getirilen teklifin işlevsel bağımsızlıkla ilgili olduğunu ifade etmek kabul edilebilir değildir.

14.3 Daha önce belirttiğimiz üzere Protokol ve Paris İlkeleriyle uyumlu ulusal önleme mekanizmasının varlığı için yetkileri yönünden yapısal ve fonksiyonel bağımsızlığı; üyelerinin görev tanımı ve üyelerinde aranacak profesyonel özelliklerin, atanma, görev süresi ve dokunulmazlıklarının belirlenip güvence altına alındığı, kendi bütçesi ve personeli olan bir mekanizma kurulmalıdır. Dolayısıyla her ne kadar ulusal önleme mekanizmasına hasredilmiş gibi görünse de öngörülen değişikliklerin ulusal önleme mekanizması olarak kabulü mümkün değildir.

III. Sonuç

15. Bu Tasarıda, merkez teşkilatında istihdam edilen, Kurul Başkanı tarafından belirlenecek bir uzmanın, en fazla 7 tane kurulması öngörülen ancak hiçbir kurumsal yapısı, personeli Kanunda yer almayan “Büro” ile eşgüdüm içinde başka bir ilde gerçekleştirilecek mevcut İl İnsan Hakları Kurulu ile yapısal olarak farkı olmayan ancak sadece bilgi ve görüş alışverişinde bulunmak için senede bir kez toplanması öngörülen İl İnsan Hakları İstişare Kuruluyla, nasıl raporlandırma yapacağı Kurum tarafından belirlenmiş olan, bilgi ve belge istemek konusunda Başkan ya da İkinci Başkan veya Daire Başkanı tarafından yetki verilmesi koşuluna bağlı hareket eden, mevcut Kurumca neye göre olduğu belli olmayan bir şekilde sertifikalandırılmış “İnsan Hakları Bağımsız Raportörü” ile işkencenin önlenebileceğine dair bir perspektif bulunmaktadır.

16. Ulusal İnsan Hakları Kurumlarının yapısı, işleyişi, donatıldığı güvenceler açısından sahip olması gereken özellikler yönünden de öngörülen değişiklikler Paris İlkelerini ve Birleşmiş Milletler önerilerini karşılamaktan oldukça uzaktır.

Kurumun bu konudaki temel, asgari prensipleri esas alarak yapılandırılmasına yönelik bütünlüklü yeni bir kanun tasarısının hazırlanmasının en uygun yol olacağı açıktır.

Tasarı taslağı ulusal önleme mekanizması açısından hiçbir güvenceyi sağlamamaktadır. Bu taslağın ulusal önleme mekanizmasının varlığı için bir ölçek olarak ele alınmaması gerekmektedir.

Bu nedenle OPCAT ve SPT önerileri ışığında amaca yönelik etkin bir Ulusal Önleme Mekanizması oluşturulmasına yönelik ilgili tüm tarafların katılımı ile bir hazırlık süreci planlanmalıdır.

20 Ocak 2014 tarihli tasarı taslağı hakkında da ortak değerlendirme notu hazırlayan kurumlar olarak:
Adli Tıp Uzmanları Derneği
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
Çağdaş Hukukçular Derneği
Gündem Çocuk Derneği
Helsinki Yurttaşlar Derneği
İnsan Hakları Araştırmaları Derneği
İnsan Hakları Derneği
İnsan Hakları Gündemi Derneği
İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
Türk Tabipleri Birliği
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi

Dosyayı indirmek için tıklayın

Notlar:
[i] Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü-Türkiye Şubesi’nin 18 Nisan 2012 tarihli ortak basın açıklaması için bkz.: http://www.tihv.org.tr/turkiye-insan-haklari-kurumu-kurulmasina-dair-kanun-tasarisi-derhal-geri-cekilmelidir/; Adli Tıp Uzmanları Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Gündem Çocuk Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği, Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği, Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türk Tabipleri Birliği ve Uluslararası Af Örgütü 14 Şubat 2014 tarihli Değerlendirme Notu için bkz.:  http://www.amnesty.org.tr/uploads/Docs/degerlendirme-notu890.pdf
[ii] Paris Prensipleri için bkz.: http://www.ihop.org.tr/dosya/uihk/paris_ilkeleri.pdf
[iii] Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, Evrensel Periyodik İnceleme, 2. Dönem Türkiye Derlemesi (2015),  http://daccess-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/G14/210/44/PDF/G1421044.pdf?OpenElement Birleşmiş Milletler Türkiye Ekip Raporu, para 4 ve para 5;  Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının  Korunmasına Dair Komite Raporu,  CMW/C/TUR/QPR/1, para. 4
[iv] Christof Heyns’in 16 Mart 2013 tarihli raporu: ttp://ihop.org.tr/dosya/ceviri/ChristofHeyns_TurkiyeZiyaretiRaporu_Tr.pdf
[v] AB Komisyonunun 8 Ekim 2014 tarihli 2014 Türkiye İlerleme Raporu: http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/2013_ilerleme_raporu_tr.pdf
[vi] Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli raporu: https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraServlet?command=com.instranet.CmdBlobGet&InstranetImage=2395762&SecMode=1&DocId=2079702&Usage=2
[vii] http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/OPCAT/NPM/Turkey4Feb2014.pdf
[viii] www.tihk.gov.tr/www/files/52d95156ed4d0.doc
[ix] İşkence Önleme Alt Komitesi, Rehber İlkeler, para 24-29
[x] Kirsten Roberts, Bruce Adamson- Chapter 23 Peer- Review Mission: Human Rights Institutions. 17-21

Kulp Kayıpları Davası'na 6 Nisan'da Ankara'da Devam Edilecek

Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’ne bağlı Alacakaya Köyü’nün Kepir, Gurnik, Mezire, Pireş ve Şuşan mezralarında ve Muş’un Licik Mezrası’nda 8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihlerinde Bolu 2. KomandoTugayı tarafından düzenlenen operasyonlarda gözaltına alındıktan sonra kaybolan 11 köylü ile ilgili açılan davaya 6 Nisan 2015 tarihinde saat 09:30’da Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.

9 Ekim 1993 tarihinde Muş ile Diyarbakır’ın Kulp ve Lice ilçeleri arasındaki bölgede gerçekleştirilen bir operasyonda Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutuş, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya, Ümit Taş  gözaltına alınmış, kendilerinden bir daha haber alınamamıştı.

Diyarbakır’da açılan dava “Güvenlik” gerekçesiyle Ankara’ya nakledilmişti.

tablo

Gözaltında Kaybedilme: Kulp-Alacaköy Kayıpları

Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’ne bağlı Alacakaya Köyü’nün Kepir, Gurnik, Mezire, Pireş ve Şuşan mezralarında ve Muş’un Licik Mezrası’nda 8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihlerinde Bolu Tugayı tarafından düzenlenen operasyonlarda gözaltına alındıktan sonra kaybolan 11 köylü ile ilgili açılan davaya 3 Şubat 2015 tarihinde saat 09:30’da Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.
tablo
 
9 Ekim 1993 tarihinde Muş ile Diyarbakır’ın Kulp ve Lice ilçeleri arasındaki bölgede gerçekleştirilen bir operasyonda Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutuş, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya, Ümit Taş  gözaltına alınmış, kendilerinden bir daha haber alınamamıştı.
Diyarbakır’da açılan dava “Güvenlik” gerekçesiyle Ankara’ya nakledilmişti.
Dava Nakillerine İlişkin Görüşümüz
Dava nakilleri 4/12/2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 19. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre yapılmaktadır. Anılan kurala göre: “(2) Kovuşturmanın görevli ve yetkili olan mahkemenin bulunduğu yerde yapılması kamu güvenliği için tehlikeli olursa, davanın naklini Adalet Bakanı Yargıtaydan ister.”
Görüldüğü gibi nakil için karar üç merciin değerlendirmesinden geçmektedir. Davaya bakan Mahkeme, Adalet Bakanlığı ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi.
Sonuç olarak, bu iç merciinin iki hususa karar vermesi beklenmektedir:
a. Kovuşturmanın görevli ve yetkili olan mahkemenin bulunduğu yerde yapılmasının kamu güvenliği için tehlikeli olduğuna
b. Bu tehlikenin adil yargılanmaya etkisinin, davanın yetkili ve görevli mahkemenin elinden alınmasından daha büyük olduğu.
Bir başka deyişle, burada yetkili mercilerden bir tartı işlemi yapması beklenmektedir. Kamu güvenliği tehdidi ile yetkili ve görevli mahkemede davanın görülmesinin getireceği fayda arasında bir değer tartısı yapılacaktır. Söz konusu dava bir ağır insan hakları ihlaline ilişkin olduğunda bu tartı işleminin önemi daha da artmaktadır. Şöyle ki; her davanın yetkili ve görevli mahkeme tarafından incelenmesi doğal yargıç ilkesinin bir gereğidir. Bunun yanında, ceza davalarında tarafların yakınlarının, olayın tanıklarının suçun işlendiği yerde bulunması, ifadelerin doğrudan davaya bakan yargıç tarafından dinlenilmesi, delillerin bizzat yargıç tarafından toplanması ve incelenmesi gibi faktörler adil yargılanma açısından hayati önemdedir. Bu nedenle, keyfi olarak bir dava bir yerden alınıp başka bir yere nakledilemez. Bu faydadan daha ağır basan risklerin varlığı gösterilmelidir. Ağır insan hakları vakalarında ise Devlete düşen ispat yükünün daha da ağırlaştığı belirtilmelidir. Ağır insan hakları ihlallerinde, bizzat mağdur yakınlarının davaya katılma hakkı gerek AİHM gerekse AYM kararları ile tanınmıştır. Bunun yanında, toplumun ve özellikle ihlallerin gerçekleştiği yerde yaşayanların hakikati bilme hakkı, davanın serencamını izleme imkanları ile hayata geçirilebilir. Davaların doğal yargıç güvencesinden kaçırılmaları halinde bu imkansız hale gelecektir.
Bugüne kadar, Türkiye’nin bütün kritik siyasi davaları kamu güvenliği gerekçesi ile başka illere aktarılmıştır. Nakil kararlarının hiçbirinde, ne yerel Mahkemenin ne Adalet Bakanlığı’nın ne de Yargıtay Dairesinin gerekçesi açık değildir. Dahası bu kararların hiçbirinde Yargıtay, yukarıda özetlediğimiz temel fayda çatışmasını tartışmış, bir tartı kurmuştur. Bu haliyle gerçek anlamda bir yargı kararının olduğunu söylemek bile güçtür. Kural Devletin adil yargılanmayı sağlayacak güvenliği tesis etmesidir. Bunu istisnası çok özel olaylarda ve somut delillere dayanan gerekçelerle davanın nakil edilmesidir. Kulp davası, yıllar önce gerçekleştirilmiş ağır bir insan hakları ihlaline ilişkindir. Üzerinden bu kadar çok zaman geçmiş, AİHM tarafından ihlal olduğu tespit edilmiş bir vakanın nasıl olup da kamu güvenliğini tehdit ettiğini açıklayan hiçbir gerekçe olmaksızın başka bir ile nakledilmesinin hukuki meşru bir açıklaması yoktur.


Dava Süreçleri

5 Ekim 1993 tarihinde Mehmet Ali Taş’ın oğlu Ümit Taş için yaptığı başvuru sonucunda Cumhuriyet Savcısı Kulp Jandarma Bölge Komutanlığına ve Güvenil Müdürlüğüne sormuştur. Güvenlik Müdürü, Ümit Taşın gözaltına alındıktan sonra bırakıldığını belirtmiştir.
Seyithan Atala (Mehmet Şah Atala), Mehmet Emin Akdeniz (Mehmet Salih Akdeniz ve Celil Aydoğdu) Hüsnü Demir (turan Demir), Keleş Şimşek (Bahri Şimşek) tarafından Diyarbakır DGM Savcılığına yapılan başvuruların sonucunda ise kayıtların gözden geçirildiğine ve kayıp olduğu söylenen kişilere ilişkin bir kaydın olmadığına dair yanıtlar el yazısıyla yazılmış olarak verilmiştir. Aziz Atala ve Hüseyin Demirin verdiği dilekçelere ise aynı yanıt sözlü olarak verilmiştir.  Bingöl Başsavcılığı ve Kayseri DGM Savcılığı da yapılan başvurulara el yzısıyla yazılmış aynı yanıtı vermişlerdir.
Kulp Cumhuriyet Savcısı 1993/10 sayı ile bir soruşturma dosyası açmış, 28 Aralık 1993 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığından bilgi istemiş, Diyarbakır DGM Savcılığı 19 Ocak 1994 tarihinde verdiği yanıtta kayıtlarda bu isimlerin olmadığı yer almış.
Yapılan bütün başvurularda kayıp kişilerin gözaltına alındığına dair şikayet olmasına karşın 31 Ocak 1994 tarihinde Kulp Cumhuriyet Savcısı, kayıp kişilerin PKK tarafından kaçırıldığı iddiasıyla dosyayı Diyarbakır DGM Savcılığına göndermiştir.
Soruşturma sürecinde iki önemli dönüm noktası bulunmaktadır:
• 2001 yılında AİHM tarafından verilen ihlal kararı (tüm tanıkların ifadeleri)
• 2003 yılında Kulp ilçesinde Alacaköy yakınında bulunan bir toplu mezarda ortaya çıkan kemiklerin bir kısmınının kaybedilenlere ait olduğunun Adli tıp tarafından belirlenmiş olması; TBMM Araştırma Komisyonu’nun etkili soruşturma yapılmadığına dair raporu
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Başvuru (1994-2001: 7 yıl)
(Akdeniz ve Diğerleri, Başvuru No: 23954/94, Karar No: 31 Mayıs 2001)
Başvurucular, yakınlarının güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybolduklarına ve ölmüş olabileceklerini, bundan da yetkililerin sorumlu olduğunu, etkili bir soruşturma yürütülmediği böylelikle AIHS’in Yaşam Hakkını düzenleyen 2. Maddesinin esas ve usulden ihlal edildiği, yakınlarının gözaltında tutulma koşullarının insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele oluşturduğu (özellikle soğukta bekletme, dövme ve psikolojik baskı) için Sözlşemenin İşkenceyi yasaklayan 3. Maddesinin ihlal edildiği, yakınları gözaltında kaybedildiği için Sözleşmenin Kişi Güvenliği hakkını düzenleyen 5 (1). Maddesinin, etkili bir giderime erişimin sağlanmaması nedeniyle 13. Maddesinin  ve nihayet bireysel başvuru hakkının kullanılması sürecinde karşılaştıkları ciddi müdahaleler nedeniyle Sözleşmenin 34. Maddesinin ihlal edildiği idiiası ile AİHM’e başvurdular.
AİHM, 31 Mayıs 2001’de davayı sonuçlandırarak, Sözlşemenin 2. 3. 5(1). 13.cü ve 25. Maddenin ihlal edildiğine karar verdi.

Toplu Mezar Bulunması ve Adli Tıp ve Soruşturmanın devamı

Olayın olmasının ardından 10 yıl sonra 02 Kasım 2003 tarihinde bir çobanın Alaca Köyüne 500–600 metre mesafedeki bir dere yatağında toprak yüzeyine çıkan bazı kemik ve bez parçalarını bulması ve İHD Diyarbakır şubesine başvurması sonucunda Kulp Cumhuriyet Savcısı ile kemikler toplandı, bulunan kemiklerin kime ait olduğunun belirlenmesi için bazı aileler doku örneği verdi ve Adli Tıp Kurumuna gönderildi. Adli Tıp Kurumu Morg İhtisas Dairesi tarafından gönderilen 30.12.2005 tarih ve 915-61097 sayılı raporda olay yerinde bulunan kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan iki tanesinin Mizbah Akdeniz’in babası Mehmet Salih Akdeniz ile Ahmet Tutuş’un babası Behçet Tutuş’a % 99,99 oranında ait olabileceği tespit edildi.
Bunun üzerine açılan soruşturmada Kulp Savcılığı görevsizlik kararı verdi ve dosyayı “Suç tarihinde Bolu 2′nci Komando Tugay Komutanlığı’nda görevli asker şahısların işlediği askeri suçlarıyla ilgili soruşturma yapmak görev ve yetkisinin” askeri savcılığa ait olduğu gerekçesiyle, askeri savcılığa gönderdi.
Yakalama Kararı, İddianame Hazırlanması ve Mahkeme Süreci
Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığında bulunan ve herhangi bir işlem yapılmayan dosyaya ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığının yürüttüğü ayrı bir soruşturmada, dönemin Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk’ün 7 Ekim 2013 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca ifadesinin alınmasının ardından Soruşturma Savcısı Yavuz Ertürk hakkında yakalama kararı çıkartarak zaman aşımı süresini durdurdu.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından hazırlanan 19 sayfalık iddianame, 2013 yılı Ekim ayında Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edildi. İddianamede emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk hakkında 11 kez müebbet ve 25 yıla kadar hapis cezası istendi.
Mahkemenin Diyarbakır’dan Ankara’ya Nakli
Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada sanık eski Bolu 2. Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün “güvenlik” gerekçesiyle yargılamanın başka ilde görülmesi yönündeki talebini değerlendirerek davanın Ankara’da görülmesini kararlaştırdı (Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 04/02/2014 tarih, 2013/106 esas 2014/28 sayılı kararı).
Dava önce TMK 10 ile görevli 13. Ankara Ağır Ceza Mahkemesine gönderildi. Daga sonra TMK 10. Maddesinin kaldırılması sonucunda dava Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesine devredildi.
Kulp Kayıpları ile ilgili dosyayı indirmek için tıklayınız…