Örnek Resim

TİHEK Kanun Tasarısı Hakkındaki Görüşlerimiz

11 Ocak 2016 tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası “Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması” hakkındaki kararın basınla paylaşılması sonrasında görüşlerimizi kamuoyuyla 18 Ocak 2016 tarihli notumuzla paylaştık[1]. Gelinen aşamada Türkiye Büyük Millet Meclisi gündeminde olan ve İnsan Hakları Komisyonunda görüşülecek olan Tasarıya ilişkin görüşlerimizi bu ülkenin insan haklarının korunmasını mesele etmiş örgütleri olarak aşağıda paylaşıyoruz:
Zorunlu Hatırlatma:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve BM Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş olan ve “Paris İlkeleri” olarak nitelendirilen “İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması İçin Kurulan Ulusal Kurumların Statüsüne İlişkin İlkeler” bu alanda en genel ve asgari standartları temsil etmektedir.
Bu asgari standartlar gereği 21 Haziran 2012 tarihli ve 6332 sayılı Kanunla kurulan Türkiye İnsan Hakları Kurumunun (TİHK), insan haklarının geliştirilmesi ve korunması amacıyla inşa edilen Ulusal İnsan Hakları Kurumlarının sahip olması gereken nitelikleri, yetki ve görevleri göz önünde bulundurarak kaygılarımızı ayrıntılı olarak kamuoyu ile paylaşıldı[2]. Ancak kuruluş felsefesine aykırı olarak tüm sivil toplumun itirazına rağmen yürürlüğe girmişti.
AB Komisyonunun Türkiye İlerleme Raporlarında TİHK’in Paris Prensipleri gereği yapısal koşullarındaki eksiklikler kayıt altına alınmış[3], bağımsız olmaması eleştirilmiştir[4]. Yanı sıra, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli Türkiye Ziyaret Raporunda “bu kurumun Paris İlkeleriyle uyumunun sağlanabilmesi için kurumun yasal dayanağının daha kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesinin gerekli olduğu” ifade edilmiştir[5].
Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Christof Heyns 16 Mart 2013 tarihli Raporunda “bağımsızlık, üyelerinin seçim usulleri, sivil toplumun katkı sunmasının kısıtlanması” doğrultusundaki kaygıların “gelecekteki Kurumun bağımsızlığının sağlanmasına gölge düşürdüğünü” ifade etmiş ve “kurumun etkili bir biçimde işlemesinin ve soruşturma yetkilerini tam anlamıyla yerine getirebilmesinin sağlanması” için Yasanın gözden geçirilmesini tavsiye etmiştir[6]. Benzer şekilde 2015 tarihli raporunda da “halen yapısal ve finansal bağımsızlığını sağlamaya dönük yasal bir değişikliğin gerçekleştirilmediğinin” altını çizmiştir[7].
BM İnsan Hakları Komitesi 13 Kasım 2012 tarihli Sonuç Gözlemlerinde de “Devlet, ulusal insan hakları kurumunu kuran 2012 tarihli Yasayı, yapısal ve mali bağımsızlığı garanti altına alacak şekilde tam anlamıyla Paris Prensipleriyle uyumlu olarak değiştirmelidir” şeklinde tavsiyesi yer almıştır[8].
27-29 Ocak 2015 tarihlerinde Cenevre’de yapılan Türkiye’ye yönelik ikinci dönem BM Evrensel Periyodik İncelemesinde TİHK ile ilgili olarak, Kuruluş Kanununun Paris Prensiplerini karşılamaktan uzak olduğu ve Paris Prensipleriyle tam uyumlu olarak yapısal, mali bağımsızlığını garanti altına alacak kanun değişikliğinin yapılması gerektiği ifade edilmiştir[9]
11 Ocak 2016 tarihinde BM Her Türlü Irk Ayrımcılığı Komitesi’nin Türkiye raporunu incelemesinin ardından yayınladığı Sonuç Gözlemlerinin 16. Paragrafında Paris Prensipleriyle tam uyumlu olarak “bağımsızlığını” güvence altına almak üzere Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun mevzuatının  gözden geçirlimesine yönelik tavsiye yer almaktadır. Ayrıca, Komite 10. Paragrafta taslak halinde olan Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu Kanunun, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesinin hükümleri ile tam uyum içinde olmasını güvence altına alarak yasalaştırılmasını ve Kurulucak Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumunun da görevlerini tam anlamıyla yerine getirmesi için bağımsızılığının ve yeterli kaynak teminin güvence altına alınmasını tavsiye etmiştir.[10]
TİHK tarafından 2014 yılında ilgili örgütlerle paylaşılan ‘Kurum Kanununda Değişiklik yapılmasına dair Kanun Tasarısı Taslağı’ yönünde değerlendirme yapılmış ve Ulusal İnsan Hakları Kurumlarının yapısı, işleyişi, donatıldığı güvenceler açısından sahip olması gereken özellikler yönünden öngörülen değişikliklerin Paris İlkelerini ve Birleşmiş Milletler önerilerini karşılamaktan oldukça uzak olduğu TİHK’e ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Daha sonra TİHK, 2015 yılı içinde yeniden bir Taslak hazırlamış ve örgütlerle 6 Mart 2015 tarihinde paylaşmıştır. Bu konuda ortak açıklama yapılarak benzer nitelikteki düzenlemeler eleştirilmiş ve sonuç olarak bu tasarı taslağında da, “merkez teşkilatında istihdam edilen, Kurul Başkanı tarafından belirlenecek bir uzmanın, en fazla 7 tane kurulması öngörülen ancak hiçbir kurumsal yapısı, personeli Kanunda yer almayan “Büro” ile eşgüdüm içinde başka bir ilde gerçekleştirilecek mevcut İl İnsan Hakları Kurulu ile yapısal olarak farkı olmayan ancak sadece bilgi ve görüş alışverişinde bulunmak için senede bir kez toplanması öngörülen İl İnsan Hakları İstişare Kuruluyla, nasıl raporlandırma yapacağı Kurum tarafından belirlenmiş olan, bilgi ve belge istemek konusunda Başkan ya da İkinci Başkan veya Daire Başkanı tarafından yetki verilmesi koşuluna bağlı hareket eden, mevcut Kurumca neye göre olduğu belli olmayan bir şekilde sertifikalandırılmış “İnsan Hakları Bağımsız Raportörü” ile işkencenin önlenebileceğine dair bir perspektif” bulunduğu ifade edilerek, öngörülen değişikliklerin Paris İlkelerini ve Birleşmiş Milletler önerilerini karşılamaktan uzak olduğu için gerçekçi bir yasa tasarısı için çağrı yapılmıştır[11].
Bu eleştirilerle birlikte 17 Mart 2015 tarihinde TİHK’in kamu ve sivil ortamdan temsilcilerle, Kanun Revizyonu Çalıştayı’na katılınmıştır[12]. Bu Çalıştayda Tasarı Taslağına yönelik eleştiriler gereği yeni bir taslağın hazırlanması çalışmalarını başlatmak için ortak görüş oluşturulmuştur.
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu Tasarısı
Gelinen aşamada, Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanmış ve belli ki TİHK’in Tasarı Taslaklarına dair bir atıf da içermeyen Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu Tasarısı Meclise sunulmuştur[13].
Tasarı genel gerekçesinde “insan haklarının korunması, ayrımcılıkla mücadele, işkence ve kötü muameleye karşı ulusal önleme mekanizması görevleri yönünden tek bir kurumun kurulmasının amaçlandığı” ifade edilmektedir. TİHK’in kurumsal yapısına yönelik mevcut uluslararası itirazın ve tarafımızca dile getirilen eleştirilerin yine kapsam dışı kaldığı açık olan bu Tasarı, her biri bağımsızlığı garanti edilmeden mücadele edilmesi mümkün olmayan başlıklarda, bütün değerleri tek bir “torba” içine dolduran bir perspektifle oluşturulmuştur.
Kurul üyelik seçilme yöntemi yürütme tarafından gerçekleştirilmektedir. 11 kişilik kurulun 8 üyesi bakanlar kurulu, üç üyesi ise cumhurbaşkanı tarafından; kurulun başkan ve ikinci başkanı da bakanlar kurulu tarafından seçilmektedir. Ayrıca Kurum Başkanına yardımcı olmak üzere Başbakan ya da yetkilendireceği bir bakan üç “Başkan Yardımcısı” atamaktadır. Mevcut TİHK Kanununda çoğulculuğun sağlandığı iddiasında dayalı “sivil kurumlardan” üyelikler yönündeki düzenlemeyi dahi içermemektedir. Kurul başkanının tek hakim olduğu ve bu anlamda süresi bile belli olmayan nitelikte, çağrı ile toplanma usulü öngörülmektedir. Bunun gibi mevcut TİHK kanunundaki eksik niteliği her zaman ifade edilen üyelik teminatı bile kaldırılmaktadır.
Yapısının nasıl oluşturulacağı tariflenmeyen ve sayısı 10’u geçmeyeceği esas alınan hizmet birimlerine Başkan görevleri tanımlanırken yer verilmektedir. Mevcut TİHK yasasındaki geniş tanımlı ve etkin çalışmayan hizmet birimlerine bile yer verilmemektedir. Ayrıca yedi bölgede açılacağı belirtilen Büroların kurulması, kaldırılması kararlarının Başbakan ya da görevlendireceği Bakan tarafından verilmesi, öngörülen yapının tamamen hükümetin kontrolü altında bir yapı kurulmak istendiğinin önemli bir işaretini oluşturmaktadır.
Kendisine münhasır kadro ve uzmanlık gerektiren her üç çalışma alanına öngörülen personel sayısı 150 olarak tarif edilmekte, bu kadroların nasıl seçileceğine dair herhangi bir kritere yer verilmemektedir.
İleride çıkacak bir Yönetmeliğe atıfla nitelikleri ve nedenleri konusunda düzenleme getirilmeyecek şekilde bilirkişilik müessesesi düzenlenmektedir.
Kurum gelir de elde edilebilecek bir yapıda tasarlanmış, böylece finansal bağımsızlığı açısından düzenleme öngörülmüş gibi, yürütüme ile arasında hiçbir mesafe olmayan Kurumun malvarlığı da denetimsiz kılınmaktadır.
Mevcut TİHK Kanunundaki geçici madde ile Başbakanlık insan hakları başkanlığının TİHK’e devredilmesi düzenlemişken bu Tasarıda da henüz kurumsallaşamamış TİHK’in TİHEK’a devri düzenlenmektedir.
İşkencenin önlenmesine yönelik geliştirilen Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’nin Seçmeli Protokolü (OPCAT) gereği oluşturulması gereken Ulusal Önleme Mekanizması görevini de, OPCAT gereklerine hiçbir şekilde hürmet etmeden, yeni oluşturulacak bu kuruma verilme girişimi ise Ulusal Önleme Mekanizması’nın bütünüyle içi boşaltılması anlamına gelmektedir.
Altı yıl boyunca “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kanunu Tasarı Taslağı” olarak İçişleri Bakanlığı’nın sayfasında yer alan tasarının danışma süreçleri işletilmeksizin ortadan kaldırılması, kapsamlı, bütünlükçü ve samimi bir ayrımcılıkla mücadele yasası oluşturmaktan kaçınılması insan haklarının korunması ve eşitlik ilkelerinden yana bir gündemin olmadığı eleştiri ve endişelerimizi güçlendirmektedir. Ayrıca, ayrımcılık temellerinin kapsayıcı ve açık bir biçimde belirtilmemiş olması, ayrımcılık türlerinin bütünüyle kapsanmaması, tanımların eksik bırakılması, bazı alanlarda geniş tanımlara yer verip bazı alanlarda bu tanımlamaların yapılmaması gayri ciddi bir yaklaşımla tasarının hazırlanmış olduğuna işaret etmektedir.
Daha önceki taslaklarda Kurumun organları arasında görünen istişare ve danışma mekanizmasının tümüyle kurumsal yapıdan çıkarılmış ve istişare Kurum yönetimin takdirine bırakılmıştır. Kurumun sivil toplumla kuracağı ilişkiyi güçlendirecek  ve kendisini daha güçlü ve kamuoyu nezdinde meşru kılabileceği bir yapının ortadan kaldırılması ya da takdire bırakılması yapının devlet bürokrasisine hapsedilmesini güçlendirmektedir.
III. Sonuç
Mevcut Kanunda var olan Paris Prensipleriyle uyumsuzluğu koruyan ve dahası bütünüyle insan haklarının korunması amacından uzaklaşan bu Tasarı hükümsüzdür. Bizler dahil hiçbir kesimle paylaşılmadan, kapalı kapılar ardında hazırlanan, tüm itiraz ve eleştirileri değersizleştiren üstüne üstlük ulusal önleme mekanizması işlevini de yasaya dayalı gerçekleştiriyormuş gibi davranarak ev ödevini yerine getirdiği yanılsamasını yaratan bu Tasarının geri çekilmesi gerekmektedir.

17 Şubat 2016

Helsinki Yurttaşlar Derneği – İnsan Hakları Derneği

İnsan Hakları Gündemi Derneği – İnsan Hakları Araştırmaları Derneği

İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği

Türkiye İnsan Hakları Vakfı – Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi

[1] Türkiye İnsan Hakları Vakfı , İnsan Hakları Derneği,İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği , İnsan Hakları Gündemi Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi ‘nin 18 Ocak 2016 tarihli açıklaması için bkz.
http://www.ihop.org.tr/2016/01/18/insanhaklarikurumsallasmasinatamamenaracsalbakiliyor/
[2] Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü-Türkiye Şubesi’nin 18 Mayıs 2009 tarihli ortak basın açıklaması:

“Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kurulmasına Dair Kanun Tasarısı” Derhal Geri Çekilmelidir!


[3] AB Komisyonunun 16 Ekim 2013 tarihli 2013 Türkiye İlerleme Raporu: http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/2013_ilerleme_raporu_tr.pdf
[4] AB Komisyonunun 08 Ekim 2014 tarihli 2014 Türkiye İlerleme Raporu: http://www.ab.gov.tr/files/ilerlemeRaporlariTR/2014_ilerleme_raporu_tr.pdf
[5] Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli raporu: https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraServlet?command=com.instranet.CmdBlobGet&InstranetImage=2395762&SecMode=1&DocId=2079702&Usage=2
[6]  Christof Heyns’in 16 Mart 2013 tarihli raporu: http://ihop.org.tr/dosya/ceviri/ChristofHeyns_TurkiyeZiyaretiRaporu_Tr.pdf
[7] Christof Heyns’in 06 Mayıs 2015 tarihli raporu:  http://daccess-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/G15/090/35/PDF/G1509035.pdf?OpenElement
[8] BM İnsan Hakları Komitesi 13 Kasım 2012 tarihli Sonuç Gözlemleri: http://tbinternet.ohchr.org/_layouts/treatybodyexternal/Download.aspx?symbolno=CCPR/C/TUR/CO/1&Lang=En
[9] Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, Evrensel Periyodik İnceleme, 2. Dönem Türkiye Derlemesi (2015),  http://daccess-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/G14/210/44/PDF/G1421044.pdf?OpenElement
[10] Birleşmiş Milletler Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi, Türkiye’nin 4-6.ncı Dönemler Birleştirilmiş Raporu üzerine Sonuç Gözlemleri
http://daccess-ddsny.un.org/doc/UNDOC/GEN/G16/003/50/PDF/G1600350.pdf?OpenElement
[11] Adli Tıp Uzmanları Derneği, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Gündem Çocuk Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türk Tabipleri Birliği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nin 17 Mart 2015 tarihili açıklaması: http://tihv.org.tr/turkiye-insan-haklari-kurumu-kanununda-degisiklik-yapilmasina-dair-kanun-tasarisi-taslagi-hakkinda-degerlendirme-notu/
[12] http://www.tihk.gov.tr/tr/duyuru-ve-haberler/haberler/kanun-revizyonu-calistayi-/92
[13] http://www2.tbmm.gov.tr/d26/1/1-0596.pdf

Hükümet, İnsan Hakları Kurumlarına Araçsal Bakıyor!

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, 11 Ocak 2016 tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında gündemlerinde olan“Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması” hakkındaki kararlarını basınla paylamıştır. Kurumun, bir “paket” içinde görüşüldüğünü ifade eden Hükümet Sözcüsü ,“vize muafiyeti koşulu” olarak tasarlanan bu kurumun “işkenceyi önlemek” amacıyla birlikte “kamu ve özel sektörün içerisinde karşılaşılabilecek ekonomik ve sosyal haklara erişimdeki ayrımcılığa dayalı olası hak ihlallerine karşı” kurulacağını; ve asla “yasama, yürütme ve yargıya müdahale etmeyecek” nitelikte olacağını belirtmiştir.. “Detaylı bir çalışmaya son şeklinin verildiği” ve “önümüzdeki günlerde TBMM’ne gönderileceği” belirtilen böyle bir çalışma bugüne kadar kamuoyu ile hiçbir şekilde paylaşılmadığı için tasarının içeriği tarafımızca bilinmemektedir. Bu nedenle Hükümet Sözcüsünün sadece “Türkiye için hayırlı uğurlu olması” temennisi ile son bulan bu açıklaması ile ilgili “hayırlı uğurlu” dileğinin, neden “hayırlı olamayacağına” dair görüşlerimizi bugün kamuoyu ile paylaşıyoruz:

  1. “İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması için Kurulan Ulusal Kurumların Statüsüne İlişkin İlkeler (Paris İlkeleri)”, bu kurumların hazırlık süreçlerine sivil toplumun katılımını zorunlu kılmaktadır. Böylece devletin kendi eylemlerinin denetim sorumluluğunu yine “Paris İlkeleri”nde açıkça ifade edildiği üzere “yapısal, işlevsel ve mali açıdan bağımsızlığı garanti altına alınmış” bir kuruma devretmesi öngörülmektedir. Bu nedenle sivil toplum, bu bağımsızlığın sağlanmasının garantörü olarak hazırlık sürecinin zorunlu unsuru olarak konumlandırılmaktadır. Dolayısıyla, sivil toplumu hazırlık sürecine hiçbir şekilde dahil etmemek daha en başından bu yeni kurumun geçersizliğini ilan etmek anlamına gelmektedir.
  2. İnsan Hakları Kurumunun felsefesinde, yasama, yürütme ve yargı erklerinin insan haklarına aykırı eylemlerinin önlenmesi için müdahaleci bir sıfatı olduğu gibi, ihlallerin giderilmesi açısından da koruyucu bir pozisyonu mevcuttur. Kurulacağı ilan edilen Kurumla ilgili Hükümet Sözcüsü’nün açıklamaları, zaten halen mevcut olan ve hiçbir şekilde insan haklarının korunmasında bir ağırlık teşkil etmeyen kurumlardan farklı bir işlev üstlenilmeyeceğinin kabulü anlamına gelmektedir. Ayrıca, insan haklarının korunmasında ve geliştirilmesinde daha da zarar verici bir yapının oluşturulacağı endişesini doğurmaktadır.
  3. İşkence, kamu otoriteleri ya da onlara eşlik eden özel kişi ya da profesyoneller tarafından, “alıkonulan kişiyi” küçük düşürmek, cezalandırmak, caydırmak, itiraf ya da bilgi almak amacıyla uygulanmaktadır. Öte yandan, “kamu otoritesini ve güvenini” kullanmayı ya da kötüye kullanmayı da içeren tekniklerin uygulandığı anı tarifler. Bu anlamda, alıkonulma mekanlarına habersiz ziyaret yetkisi tanınması suretiyle işkencenin önlenmesi amacını geliştiren uluslararası toplum, Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’nin Seçmeli Protokolünü (OPCAT) oluşturmuştur. Türkiye de bu Sözleşmeyi ve Protokolü onaylamış ve yürürlüğe koymuştur. OPCAT uyarınca oluşturulması öngörülen Ulusal Önleme Mekanizması, kendi işlevini dahi yerine getiremeyen Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na görev olarak verilmiştir. 2004 yılından beri, insan hakları örgütleri olarak, tamamen ayrı ve Sözleşmeye uygun olarak bağımsızlığını ve etkinliğini koruyacak bir ulusal önleme mekanizmasının oluşturulmasını savunageldik. Bakanlar Kurulu ilan ettiği bu yeni çalışmasıyla, zaten olmayan bir işlevi gerçekleşemeyecek başka fonksiyonlarla birleştirerek, özellikle yıllardır “insan hakları kurumları” adına bütünüyle içi boşaltılmış ve sonuçta insan hakları ortamına zarar verici yapılara dönüşmüş girişimlerine bir yenisini daha eklemesi endişelerine yol açmaktadır.
  4. Altı yıl boyunca “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kanunu Tasarı Taslağı” olarak İçişleri Bakanlığı’nın sayfasında yer alan tasarının danışma süreçleri işletilmeksizin ortadan kaldırılması, kapsamlı, bütünlükçü ve samimi bir ayrımcılıkla mücadele yasası oluşturmaktan kaçınılması insan haklarının korunması ve eşitlik ilkelerinden yana bir gündemin olmadığı eleştiri ve endişelerimizi güçlendirmektedir. Aslında ayrımcılık ve bir seyahat hürriyeti kısıtlaması olan vize uygulamalarının kaldırılması ve vize muafiyeti sağlanması yönündeki müzakerelerin selameti adına, bir aracı olarak böylesi bir düzenlemeye gidilmektedir ki, bu da kurumun ne kadar “saygın” bir kurum olarak ele alındığına dair çok ciddi bir endişe verici durumdur .
  5. Hükümetin kapalı kapılar ardında hazırladığı, bir paket içerisinde ele aldığı, bir reform olarak sunmaya çalıştığı ve aslında böylesi bir kurumun saygınlığına hiç de önem vermeyip, sadece vize muafiyeti sağlanması mukabilinde tezahür eden bu tavırdır. İnsan hakları ihlallerinin önlenmesine yönelik bir zihniyet açıklamasıdır ve daha doğmadan saygınlığını kaybetmiş, önemsiz, alelade bir kurum olmaya mahkûmdur.

Türkiye için gerçekten “hayırlı olacak” olan insan haklarının çiğnenmesinden vazgeçilmesidir. Tüm kamuoyundan kaçırılarak hazırlandığı açık olan tasarı geri çekilmelidir. İnsan hakları kurumlarının işlevleri ile donatılmış olan diğer Kurumların da sessizliklerini bozmaları gerektiğini bu vesileyle hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Yukarıda dile getirdiğimiz görüşlerimizi ilgili bütün uluslararası kuruluşlar ve Komiteler ile paylaşacağımızı da belirtmek isteriz.

İMZACI İNSAN HAKLARI ÖRGÜTLERİ

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD)

İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum Der), Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD)

İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD), İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD)

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (UAÖ Türkiye)

Kızıltepe JİTEM davasına 15 Ocak 2016 tarihinde devam edilecek.

1992-1996 yılları arasında Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 22 kişinin yasadışı keyfi infaz edilmesi veya zorla kaybedilmesine ilişkin davanın dördüncü duruşması 15 Ocak 2016 saat 10.00’da Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.
Tanık ifadelerine göre 1992 ile 1996 yılları arasında Kızıltepe’de gerçekleşen faili meçhul cinayetlerin ve zorla kaybedilme olaylarının JİTEM’e bağlı ve  dönemin Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı Hasan Atilla Uğur’un liderliğindeki “Bıçak Timi” tarafından yapılmıştır. Tanık ve gizli tanık ifadeleri ile 2013 yılında Kızıltepe çevresinde yapılan kazılarda bulunan kemikler doğrultusunda tamamlanan iddianemenin sonunda 2014 yılında sorumlular hakkında dava açıldı.
Davada emekli Albay Hasan Atilla Uğur, dönemin Diyarbakır İl Jandarma Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu, Jandarma Komando Bölük Komutanı Ahmet Boncuk, Başçavuş Ünal Alkan ile köy korucuları Abdurrahman Kurğa, Mehmet Emin Kurğa, Ramazan Çetin, Mehmet Salih Kılınçaslan ve İsmet Kandemir  “silahlı örgüt kurmak veya yönetmek, silahlı örgüte üye olmak ve tasarlayarak öldürmek” suçlarından yargılanıyor.
Daha başlamadan güvenlik gerekçesiyle Ankara’ya nakledilen davanın ilk duruşması 3 Mart 2015’te görüldü. Sanıklar suçun işlendiği dönemde ordu mensubu olduğu için mahkeme heyetinin HSYK’dan izin almaları gerektiğini belirtmesi ve HSYK’dan bir türlü beklenen cevabın gelmemesi nedeniyle şu ana kadar davada bir ilerleme kaydedilmedi. 2015 sonunda HSYK, sanıklardan Eşref Hatipoğlu ile Hasan Atilla Uğur’un yargılanması için izin istenmesine gerek olmadığına ilişkin karar verdi. HSYK’nın bu yanıtı üzerine yarınki duruşmada sanıklar ve tanıklar dinlenebilecek.
Kızıltepe Jitem Davası ile ilgili detaylı bilgi için bkz.

Kızıltepe JİTEM Davası


 

İnsan Hakları Örgütleri ve Barolardan Uluslararası Kamuoyuna Acil Çağrı

Türkiye hükümeti, barış görüşmelerinin sekteye uğraması ile Ağustos ayı ortasında Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu il ve ilçelerde temel hak ve özgürlükleri hukuka aykırı şekilde kısıtlayan bir güvenlik politikasını hayata geçirmeye başladı.
2015 Ağustos ayından bu yana Şırnak, Mardin, Diyarbakır, Hakkari ve Muş il ve ilçelerinde uzun sürelerle ve üst üste olarak ilan edilen sokağa çıkma yasakları bazı il ve ilçelerde hala devam ediyor. Bu yasaklar süresince hak ihlallerini tespit etmek isteyen ulusal ya da uluslararası basın-yayın, insan hakları ya da meslek kuruluşları ile parlamento temsilcileri il ve ilçelere alınmadı. Abluka altındaki yerlere zorlukla girebilen az sayıda sivil toplum kuruluşunun hazırladığı raporlarda uzlaşılan tespitlere göre sivil halkın gerek keskin nişancıların, gerekse keyfi bir şekilde kullanılan ağır silahların hedefi haline getirildiği saptanmış durumda.
Hak örgütleri tarafından hazırlanan raporlara göre sokağa çıkma yasaklarından 1,3 milyon kişi etkilendi, çocuk ve yaşlıların da arasında olduğu 150’nin üzerinde sivilyaşamını yitirdi [1], çok sayıda kişi yaralandı ve yüz binlerce kişi yerinden edildi. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar yapılıyor ve sivil halk gözaltında ve resmi gözaltı merkezleri dışındaki açık alanlarda işkence ve kötü muameleye maruz kalıyor. Telekomünikasyon ağlarına müdahale edilerek haber alma ve iletişim özgürlüğü kısıtlanıyor. Öğretmenler bölgeden uzaklaştırılarak eğitime süresiz ara verilmiş, sağlık hizmetleri askıya alınmış durumda. Yiyecek, içecek gibi günlük asgari ihtiyaçlarını karşılamalarına dahi olanak tanınmayan sivil halkın korunması için gereken özen hiçbir şekilde gösterilmiyor. İhlaller sonrasında derhal ve aleni şekilde etkili bir soruşturma yürütülmüyor. Hak ihlallerini gerçekleştiren güvenlik güçlerinin yargılanması ve cezalandırılması imkansız hale getiriliyor, cezasızlık politikası yaygınlaşarak ve şiddetlenerek varlığını sürdürüyor.
Sokağa çıkma yasakları her ne kadar  “bölücü terör örgütü mensuplarının yakalanması” ve halkın “can ve mal güvenliğinin sağlanması” gerekçesi ile İl İdaresi Kanunu’nun 11/C maddesine dayanılarak ilan edilmişse de hukukçular, söz konusu kanunun ilgili mülki amire, bir il veya ilçedeki halkın tamamının hak ve özgürlüklerini etkileyecek böylesi bir yasağı ilan etme hakkı vermediği görüşünü yaygın olarak paylaşmaktadır. Anayasa’nın 13. maddesine göre bu tür bir kısıtlama sadece ‘kanun’la yapılabilir. Valilik emri ile ilan edilen sokağa çıkma yasakları Anayasa’ya aykırılık teşkil etmektedir. Sokağa çıkma yasaklarının çerçevesi ve yaptırımlarının hukuka tabi olmaması bu dönem boyunca yürütülen güvenlik operasyonlarının ve yaşanan ihlallerin de hiçbir hukuki denetime tabi olmaması demektir.
Savaş zamanı dışında, olağanüstü hal ya da sıkıyönetim ilan edilmeyen yerleşim yerlerinde, sivil halkın tahliyesi sağlanmadan, mutlak gereklilik ilkesine aykırı biçimde güvenlik güçleri tarafından ağır silahlar ve teçhizat kullanılamaz. Sivil halkın yaşamını hukuk dışı şiddetten korumak amacıyla gerçekleştirildiği ilan edilen operasyonların planlanması ile sevk ve idaresinde, demokratik bir toplumda devletten beklenen özenle bağdaşmayacak şekilde keyfi ve orantısız güç kullanılması kabul edilemez. Türkiye hükümetinin söz konusu il ve ilçelerde uygulamakta olduğu ölümcül güç, demokratik bir toplumda gerçekleştirilmesi hedeflenen amaçla kullanılan güç arasında olması gereken orantılılığı ve ölçülülüğü halihazırda ciddi biçimde ihlal etmektedir.
Ortaya çıkan çatışma ortamı ne yazık ki barışı savunan insan hakları savunucularını da devlet şiddetinin ve siyasi suikastların hedefi haline getirdi. Diyarbakır Barosu Başkanı ve insan hakları savunucusu Tahir Elçi operasyonların durdurulması ve barış müzakerelerine yeniden başlanması için çağrı yaptığı bir basın açıklaması sırasında öldürüldü.
Durum vahim ve çağrımız acil!
Sivil toplum kuruluşları olarak bizler uluslararası kamuoyu tarafından Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine:

  • Hukuksal dayanaktan yoksun sokağa çıkma yasağı ilanlarının kabul edilemez olduğunun,
  • Hiçbir şekilde orantısız ve keyfi bir biçimde ölümcül güç uygulanamayacağının,
  • Sürdürülen operasyonlarda uluslararası insan hakları hukuku, uluslararası ceza hukuku ve insani hukuktan doğan yükümlülüklerin askıya alınamayacağının hatırlatılmasını,
  • Hak ihlallerinin durdurulması, tespiti, cezalandırılması ve sürecin tüm şeffaflığıyla uluslararası topluma duyurulması için mücadele eden insan hakları kuruluşları, meslek örgütleri, yerel yönetimler ve parlamento temsilcilerine destek olunmasını,
  • Karşılıklı ateşkesin ve çatışmasızlığın tekrar tesis edilmesi, bağımsız gözlemciler eşliğinde resmi ve şeffaf bir şekilde sürdürülecek barış müzakerelerinin yeniden başlatılması için çağrıda bulunulmasını talep etmekteyiz.

Açıklamanın Türkçesini buradan, İngilizcesini buradan indirebilirsiniz.


CMG-logo-beyaz

Cezasızlıkla Mücadelede Güçbirliği bileşeni imzacılar:
Batman Barosu, Diyarbakır Barosu, Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Derneği,Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği,  İnsan Hakları Gündemi Derneği, Şırnak Barosu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı

[1] Sokağa çıkma yasakları sonucu yaşam hakkı ihlallerine dair takip yapan farklı kaynakların verdiği güncel rakamlar şöyle: Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi verilerine göre 7 ildeki, en az 17 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen sokağa çıkma yasağı süresince en az 151 sivil sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilanı olan zaman dilimleri içerisinde yaşamlarını yitirmiştir. İnsan Hakları Derneği Dokümantasyon Birimininverilerine göre, silahlı çatışmaların başladığı 24 Temmuz 2015 ile 06 Ocak 2016 tarihleri arasında asker, polis, korucuların ateşi sonucunda 259 sivil yaşamını yitirdi. Bunların134‘ü sokağa çıkma yasağı uygulanan ilçelerde gerçekleşen sivil ölümler oldu. Sivil ölümlerin 12’si 2016 yılında ve sokağa çıkma yasağı olan Sur, Cizre ve Silopide gerçekleşti.Halkların Demokratik Partisi Bilgi Merkezi’ne göre 6 Ocak 2016 tarihi itibariyle sokağa çıkma yasağı sonucu hayatını kaybedenlerin sayısı ise 152.

Lice Davası'na 24 Aralık 2015 tarihinde devam edilecek.

22.10.1993 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesinde yapılan ve 14 sivil ile Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın da aralarında bulunduğu iki askerin öldürüldüğü askeri operasyonla ilgili olarak dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı Eşref Hatipoğlu ve Üsteğmen Tünay Yanardağ hakkında açılan davanın yeni duruşması 24 Aralık 2015 tarihinde İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.
28 Kasım’da öldürülen Tahir Elçi’nin de avukatlarından biri olduğu Lice Davası, Ocak 2014’te Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başladıktan sonra güvenlik gerekçesiyle Eskişehir’e nakledildi. Ancak Eskişehir’de özel yetkili mahkeme olmadığı için Diyarbakır’a geri gönderilen dava, 13 Haziran 2014’ten itibaren İzmir’de görülüyor.
“Taammüden öldürme, halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik ve cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma” suçlarından yargılanan Eşref Hatipoğlu ve Tünay Yanardağ için ağırlaştırılmış müebbet ve 24 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor.
Lice Davası ile ilgili detaylı bilgi için bkz.

Lice Davası

Tahir Elçi Anısına "Aşılamayan Viraj: Cezasızlık"

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi ve AÜ SBF İnsan Hakları Merkezi Türkiye’de yaşanan cezasızlık sorunu üzerine her yıl ortak bir konferans düzenliyor. Bu seneki konferansımız 28 Kasım 2015 tarihinde kaybettiğimiz Türkiye’de faili meçhuller, işkence, özellikle yaşam hakkı ihlalleri ve cezasızlık konularında çok değerli çalışmalar yapmış, ülkenin en önemli insan hakları savunucularından ve hukukçularından Tahir Elçi’nin anısına gerçekleştirilecek.
Tarih: 22 Aralık 2015
Yer: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Konferans Salonu
Program:
Tahir Elçi Anısına: Aşılamayan Viraj: Cezasızlık
1. Oturum 13.30-15.00
Bir İnsan Hakları Savunucusunun Ardından: Tahir Elçi
Moderatör: Ruhat Sena Akşener
Konuşmacılar:
– Sezgin Tanrıkulu
– Meral Danış Beştaş
– Sema Kılıçer
2. Oturum 15.15-17.00
Geçmişten Bugüne Türkiye’de Devlet Şiddeti ve Cezasızlık
Moderatör: Özkan Agtaş
Konuşmacılar:
– Feray Salman – “Geçmişten Bugüne Cezasızlık Vakaları: Bir Harita”
– Kemal Göktaş – “Bir Cezasızlık Vakası Olarak Roboski”
– Erkan Şenses – “Kürtlerin Cezasızlıkla Mücadelesi”
– Emma Sinclair-Webb – “Polis Şiddeti ve Cezasızlık”

JİTEM Ana Davası'na 21 Aralık 2015 tarihinde devam edilecek…

Diyarbakır ve çevresinde JİTEM’in işlediği iddia edilen aralarında Musa Anter’in de bulunduğu 26 cinayete ilişkin 5’i firarî 16 kişi hakkında açılan JİTEM Davası’na 21 Aralık 2015 tarihinde saat 10.00’da Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.
Gazeteci yazar Musa Anter 20 Eylül 1992 tarihinde Diyarbakır’da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. Dosyanın zamanaşımına uğramasına 84 gün kala eski korucubaşı Hamit Yıldırım, “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım, Abdülkadir Aygan ve emekli Albay Savaş Gevrekçi hakkında “taammüden adam öldürmek, halkı isyana teşvik ve birbiri aleyhine silahlandırarak mukateleye teşvik etmek” suçlarından yargılama başlatıldı. Dava güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan Ankara’ya nakledildi ve 23 Aralık 2014 tarihinde yine güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan Ankara’ya nakledilen JİTEM Ana Davası ile birleştirildi.
2008 yılında başlayan JİTEM Ana Davası’nda “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım, Abdülkadir Aygan (Aziz Turan), Muhsin Gül, Fethi Çetin (Fırat Can Eren), Faysal Şanlı, Hayrettin Toka, Hüseyin Tilki (Hüseyin Eren), Ali Ozansoy (Ahmet Turan Altaylı), Adil Timurtaş, Recep Tiril (Recep Erkal), Kemal Emlük (Erhan Berrak), Saniye Emlük (Emel Berrak), İbrahim Babat (Hacı Hasan), Mehmet Zahit Karadeniz, Lokman Gündüz ve Yüksel Uğur “cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” ve “birden fazla kişiyi öldürmek”ten yargılanıyor.
Musa Anter ve Jitem Ana Davası ile ilgili detaylı bilgi için bkz.
http://failibelli.org/dava/jitem-ana-davasi/

Kulp Davası 8 Aralık 2015 günü saat 09.00’da Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek

1993 yılında Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’ne bağlı Alaca Köyü’nün Kepir, Gurnik, Mezire, Pireş ve Şuşan mezralarında ve Muş’un Licik Mezrası’nda yapılan bir askeri operasyonda gözaltına alındıktan sonra kendilerinden haber alınamayan 11 sivilin öldürülmesi ile ilgili olarak o dönemin Bolu Tugay Komutanı Yavuz Ertürk aleyhine açılan davanın görülmesine 8 Aralık 2015 tarihinde Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.  Olay olduktan çok sonra açılabilen soruşturma, 1997 yılında tamamen hareketsiz kalmıştı. 2003 yılında ulaşılan bazı kemiklerin Adli Tıp Kurumu tarafından incelenmesi sonucunda, gözaltına alındıktan sonra kaybedilen Mehmet Salih Akdeniz’e ve Behçet Tutuş’a ait çıkması üzerine Kulp savcılığı görevsizlik kararı vererek dosyayı “Suç tarihinde Bolu 2. Komando Tugay Komutanlığı’nda görevli asker şahısların işlediği askeri suçlarıyla ilgili soruşturma yapmak görev ve yetkisinin askeri savcılığa ait olduğu” gerekçesiyle, askeri savcılığa göndermişti.  2004 yılı Aralık ayında TBMM İnsan Hakları Komisyonu tarafından yerinde yapılan incelemeye ilişkin bir rapor yayınlanmış ve heyetin o dönemde Bolu Dağ Komando Tugay Komutanı Yavuz Ertürk komutasında askeri bir operasyon düzenlendiğine ve bazı kişilerin gözaltına alındığına ilişkin kanaat oluşturduğu belirtilmişti.
Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığı’nda bulunan ve herhangi bir işlem yapılmayan dosyaya ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’nın yürüttüğü ayrı bir soruşturmada, dönemin Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk’ün 7 Ekim 2013 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca ifadesinin alınmasının ardından Soruşturma Savcısı Yavuz Ertürk hakkında yakalama kararı çıkartarak zaman aşımı süresini durdurdu. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından hazırlanan 19 sayfalık iddianame, 2013 yılı Ekim ayında Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edildi. İddianamede emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk hakkında 11 kez müebbet ve 25 yıla kadar hapis cezası istendi.
Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davada sanık eski Bolu 2. Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün “güvenlik” gerekçesiyle yargılamanın başka ilde görülmesi yönündeki talebini değerlendirerek davanın Ankara’da görülmesini kararlaştırdı (Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 04/02/2014 tarih, 2013/106 esas 2014/28 sayılı kararı). Dosya önce TMK 10 ile görevli 13. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Daha sonra TMK 10. Maddesinin kaldırılması sonucunda dava Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesine devredildi. 25 Mayıs 2014 tarihinden bu yana Ankara’da görülen davada altı duruşma gerçekleşti ve bu süre zarfında bir kez savcı değişikliği, dört kez ise Üye heyetinde değişiklik oldu.
8 Temmuz 2015’te görülen son duruşmada mağdur avukatları Yavuz Ertürk’ün tutuklanması yönündeki taleplerini yineledi. Buna karşılık mahkeme, ciddi delil olmadığı gerekçesiyle avukatların tutuklama  talebini reddetti. Mahkeme, ayrıca, suç tarihinde operasyon yapılıp yapılmadığıyla ilgili kaybolduğu iddia edilen evrakların ve kayıtların bulunması talebiyle Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne yazı yazılacağı ve gelecek cevap doğrultusunda yargılamaya devam edileceğini belirterek, duruşmayı 8 Aralık 2015 tarihine erteledi.
Kulp davası ile ilgili detaylı bilgi için bkz.
http://www.ihop.org.tr/category/ih-aglari/cezasizlikla-mucadelede-guc-birligi/
http://failibelli.org/dava/yavuz-erturk-kulp-davasi/

Tahir Elçi'yi öldürdüler!

Bir insan, bir evlat, kardeş, eş ve babaydı. Mesleği avukatlıktı ve Diyarbakır Barosu’nun Başkanı’ydı. İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları Gündemi Derneği’nin üyesiydi.
Tahir Elçi, insan haklarını korumak ve geliştirmek için çalışan bir insandı. İnsan haklarını savunma hakkı bir insan hakkıydı ve Tahir Elçi tam da bu hakkı savunduğu anda katledildi.
28 Kasım 2015 Cumartesi günü,  Dört Ayaklı Minare’nin önünde, elinde “insanlığın mirasıyım, mirasına sahip çık” dövizi taşıyarak katledilmeden bir kaç dakika önce şöyle demişti:
“İnsanlığın bu ortak mekanında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun. Tarihimize değerlerimize sahip çıkalım”
Tahir Elçi, bir dayanışma hakkı olan insanlığın ortak mirasının savunusunu yapıyordu. Açıkça, silahlı çatışmalarda zarar gören dört ayaklı minareyi korumak istiyordu. Koruduğu insanlık değerleriydi. İnsancıl hukuk da tarihi ve kültürel değerlere saldırıyı yasaklıyordu. Elçi aynı zamanda kentli haklarına sahip çıkıyordu. Sözlerini bir çağrı ile bitiriyordu: “Tarihimize değerlerimize sahip çıkalım.”
İnsan hakları savunucularının kriminalize edilmemesi, BM İnsan Haklarını Savunma Hakkının Korunması başlıklı 29 numaralı Bilgi Belgesi’nde yer almaktadır.BM Genel sekreteri Özel Temsilcisi Hina Jilani’nin 2004 yılındaki Türkiye ziyaretinin ardından hazırladığı Ocak 2005 tarihli  Raporlarda da insan hakları savunucularının korunmasına dair tespitler ve öneriler yer almaktaydı. Özel Temsilci medyanın rolüne özel dikkat çekmekteydi.
Tahir Elçi, cezasızlığa karşı mücadele eden bir insan hakları savunucusu ve yetkin bir hukukçuydu. Gözaltında kaybedilenlerin, faili meçhul siyasal cinayetlerde yaşamını yitirenlerin, zorla yerinden edilenlerin, yargısız infazlar kurbanlarının haklarını arıyordu. Bunun için işkence gördü. Hayatının hiçbir döneminde şiddeti savunmadı, hep barışı savundu.
Şimdi soruşturma ve kovuşturma makamlarına düşen, etkili bir şekilde bu cinayeti soruşturmak, faillerini aramak, bulmak ve adil bir şekilde  kovuşturma ve yargılama işlemlerini sürdürmek olmalıdır. Soruşturma ve kovuşturma  makamlarının ve siyasi iradenin Türkiye’de yerleşik cezasızlık politikası ve uygulamasını terketmesini istiyoruz.
Türkiye halkı büyük bir barış  yanlısı evladını kaybetmiştir. Hukukun üstünlüğü ilkesi güçlü bir sesini yitirmiştir. Öncelikle ailesi, yakınları ve Diyarbakır Barosu olmak üzere tüm Türkiye ve insanlık toplumuna, özel olarak da tüm dünyadaki insan hakları savunucularına başsağlığı dileriz.

AVRUPA KONSEYİ İNSAN HAKLARI KOMİSERİ NILS MUIZNIEKS TARAFINDAN TÜRKİYE’DE SON AYLARDA YAYGIN BİR BİÇİMDE UYGULANMAKTA OLAN SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARINA İLİŞKİN 18.11.2015 TARİHLİ RESMİ AÇIKLAMA

Silvan ilçesindeki (Türkiye) 3 mahallede terör karşıtı operasyonlar çerçevesinde 2 Kasım itibariyle gün boyu süren sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olduğu ve bunun, 12 günün ardından, 14 Kasım’da sona erdirildiği bilgisini edindim. Türkiye’deki resmi makamlardan talebim karşılığında ulaştığım bilgiye göre, Ağustos 2015’ten bu yana Silvan’da daha önce de 4  kez sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve bunlardan en uzunu 3 gün sürmüştür.
Bu son sokağa çıkma yasağı ilanı kapsamında, en az 6 sivilin yaşam hakkı ihlâli de dahil olmak üzere insan hakları ihlâllerine yönelik oldukça tedirgin edici iddialar tarafıma  ulaştı. Tıpkı, 11 Eylül’de tepki gösterdiğim Cizre’deki uzun sokağa çıkma yasağı ve diğer bu tür operasyonlarda olduğu gibi bu süreç boyunca Silvan’la da iletişim büyük ölçüde kesilmiştir. Bu nedenle edinilen bilgiler hâlâ çelişkili ve güvenilmezdir, ancak sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından ortaya çıkan fotoğraflar ağır çatışmalar ile ev ve şahsi mülklere  yönelen çok ciddi bir tahribata kanıt sunmaktadır. Cizre hakkında yayımlamış olduğum bir önceki açıklamamda da ifade ettiğim üzere, oldukça kalabalık bir nüfusun insan haklarına yönelen olağanüstü ağır müdahale ile neredeyse tam bir bilgi karartmasının birleşimi, gerekli gözetimin de yokluğu dikkate alındığında özellikle endişe vericidir. Bu konuda, Türkiye’deki ulusal insan hakları örgütleri [structures] de dâhil olmak üzere, güvenlik güçlerinin tutumuna ilişkin şüpheleri ortadan kaldırmak adına bağımsız gözlemcilerin denetimine izin verilmesi konusunda yetkililere çağrıda bulunmuştum. Bildiğim kadarıyla, hiçbir sokağa çıkma yasağı sırasında bu gerçekleştirilmedi.
Cizre’de Eylül ayında ilân edilen sokağa çıkma yasağı neticesinde pek çok insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütü, yasak boyunca güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen insan hakları ihlâllerine yönelik raporlar sunmuştur. Bu raporlarda, ilde yaşayan yerleşik halkın yaşamlarını sürdürmelerine yönelik tam bir engelin olduğu ve  güvenlik güçlerinin bazı eylemlerinin vatandaşlar tarafından “toplu cezalandırma” olarak algılanmakta olduğu savunulmuştur. Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun da sokağa çıkma yasakları neticesindeki iddiaları incelemek üzere Cizre ve Şırnak’a ziyarette bulunması ve bu ziyarete ilişkin bir rapor hazırlamakta olduğu bilgisini memnuniyetle karşıladım.
Türkiye Devleti’nin terörle mücadele etmeye hakkı ve görevi olduğunu vurgulamakla beraber, bu mücadelede kullanılan yöntemlerin başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, uluslararası standartlarca teminat altına alınan insan haklarına saygı duymak zorunda olduğunu belirtmeliyim. Mahallelerin veya ilçelerin genelinde ikinci bir emre kadar açık uçlu ve gün boyu süren sokağa çıkma yasaklarının ilânı, çok geniş bir nüfusun kimi en temel insan haklarına yönelen muazzam bir sınırlandırmayı temsil etmektedir. Bu yasakların Ağustos’tan bu yana Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki sık ve yaygın kullanımı demokratik bir toplumun gereği olan orantılılık ve zorunluluk ilkelerini yerine getirmemektedir. Bu nedenle, Türkiye’deki yetkili makamların bu uygulamayı yeniden gözden geçirmesini ve gelecekteki terörle   mücadele operasyonlarının daha sınırlı bir kapsamda ve gözetilen amaçlarla orantılı bir biçimde toplumsal yaşamın kati suretle bozulmamasını garanti altına alacak biçimde gerçekleştirilmesini ısrarla tavsiye ediyorum.
Ayrıca, geçtiğimiz aylar içerisinde ilan edilen bu ve diğer sokağa çıkma yasakları süresince doğrudan veya dolaylı olarak güvenlik güçlerince neden olunduğu iddia edilen çok sayıda insan hakları ihlalinin Türkiyeli yetkililer tarafından aydınlatılması zorunluluğunun da altını çiziyorum. Bu bağlamda, hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’ye ilişkin içtihatları hem de kendi makamımın raporları ile belgelenmiş olan güvenlik güçlerinin eylemlerine yönelik kronik cezasızlık sorunu, büyük bir kaygı kaynağıdır. Bu bağlamdaki mevcut soruşturmalara ilişkin bilgi edinmek üzere yaptığım başvuruya binaen, yetkililer beni yalnızca 2015’in Ekim ayında Şırnak’ta zırhlı bir polis aracının arkasına bağlanarak yerde sürüklenen bir cenazenin görüntülerinin yarattığı öfke sonucunda, iki güvenlik personeli hakkında süren soruşturma sebebiyle görevlerinden uzaklaştırılmış olduklarına dair bir vaka konusunda bilgilendirmede bulunmuştur. İddiaların çokluğu ve boyutlarının ciddiliği karşısında süren soruşturma sayısının yokluğu umutsuzluk vericidir.
Son olarak, vatandaşların insan haklarına yönelik ihlalleri gerçekleştiren kaynağa bakılmaksızın, devletin terörist eylemleri veya güvenlik güçlerinin kendilerinin gerçekleştirdiği eylemleri önlemekteki başarısızlığı nedeniyle yetkililer, mağdurların maruz kaldıkları zararlara ilişkin adil, uygun ve zamanında tazminat almalarını sağlamakla yükümlüdür. Bu, sokağa çıkma yasakları süresince yaşamını yitirenler, yaralananlar ve geniş kapsamda gerçekleşen şahsi mülklerin tahribatı göz önünde bulundurulduğunda zorlu bir görev olacaktır.
Terörle mücadeleden sorumlu ve olağanüstü güç şartlar altında vatandaşlarının güvenliğini sağlamakla yükümlü Türkiyeli yetkililer ve güvenlik güçlerinin içerisinde bulunduğu açmazı kabul ediyorum. Fakat buna rağmen, Türkiyeli yetkililerin ve Türkiye mahkemelerinin yukarıda özetlenmiş olan kaygıları büyük bir önem atfederek ele alacağını umuyorum. Bu konuda başarısız olunması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yönelen yeni bir başvuru dalgasını kuvvetle muhtemel kılacaktır.
Yetkim ölçüsünde durumu yakından takip etmeye ve kaygı ve tavsiyelerimi Türkiyeli yetkililerle paylaşmayı sürdüreceğim.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri
Nils Muižnieks 18.11.2015
 Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks tarafından 18 Kasım 2015 tarihinde yapılan bu resmi açıklama kendi izinleri dâhilinde Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.