Örnek Resim

TİHK Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı Hakkında Değerlendirme Notu

I. Arka Plan Bilgisi
1. Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK) tarafından hazırlanan yeni Tasarı ile ilgili görüşlerimiz bu not vasıtasıyla sunulmaktadır.

2. Bilindiği üzere, 21 Haziran 2012 tarihli ve 6332 sayılı Kanunla TİHK kurulmuştur. İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunması amacıyla oluşturulması beklenen TİHK’in niteliklerinin, gerek kuruluş kanunu hazırlık aşamasında gerekse 2014 yılında Kurum tarafından hazırlanan Tasarı tartışmalarında; yetki, görev ve yapısal koşullarıyla ilgili uyulması gereken asgari prensiplere dayanmaması sebebiyle sivil kurumlar olarak konu ile ilgili kaygılarımız ayrıntılı olarak kamuoyu ile paylaşılmıştır[i].

3. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu’nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve BM Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş olan ve “Paris Prensipleri” olarak nitelendirilen “İnsan Haklarının Geliştirilmesi ve Korunması için Kurulan Ulusal Kurumların Statüsüne İlişkin İlkeler” bu alanda en genel ve asgari standartları temsil etmektedir[ii].

4. TİHK’in, insan haklarının geliştirilmesi ve korunması amacıyla ihdas edilmesi beklenen ve Paris İlkeleriyle uyumlu Ulusal İnsan Hakları Kurumu olarak faaliyetinin yapısal ve işlevsel açıdan imkânlı olmadığı Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının yanısıra uluslararası toplum tarafından da tespit edilmektedir.

4.1. 27-29 Ocak 2015 tarihlerinde Cenevre’de yapılan Türkiye’ye yönelik ikinci dönem BM Evrensel Periyodik İncelemesinde TİHK ile ilgili olarak, Kuruluş Kanununun Paris Prensiplerini karşılamaktan uzak olduğu ve Paris Prensipleriyle tam uyumlu olarak yapısal, mali bağımsızlığını garanti altına alacak kanun değişikliğinin yapılması gerektiği ifade edilmiştir>[iii]

Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Christof Heyns’in 16 Mart 2013 tarihli Raporu, TİHK Kuruluş Kanununun “bağımsızlık, üyelerinin seçim usulleri, sivil toplumun katkı sunmasının kısıtlanmasının önüne geçilmesi, kurumun etkili bir biçimde işlemesinin ve soruşturma yetkilerini tam anlamıyla yerine getirebilmesinin sağlanması” için gözden geçilmek zorunda olduğunu ortaya koymuştur[iv]

BM İnsan Hakları Komitesi 13 Kasım 2012 tarihli Sonuç Gözlemlerinde de “Devlet, ulusal insan hakları kurumunu kuran 2012 tarihli Yasayı, yapısal ve mali bağımsızlığı garanti altına alacak şekilde tam anlamıyla Paris Prensipleriyle uyumlu olarak değiştirmelidir” şeklinde tavsiyesi yer almıştır.

4.2 AB Komisyonunun 8 Ekim 2014 tarihli, 2014 Türkiye İlerleme Raporunda TİHK’in bağımsız hale getirilmesi, yeterli sayıda insan hakları uzmanı istihdam edilmesi ve bu uzmanların görevlerini yerine getirirken yasal güvence altına alınmaları ihtiyacı bulunduğu ifade edilmiştir. Komisyon,  İl ve ilçe İnsan Hakları Kurullarının geleceğinin ve bu kurulların TİHK ile olan idari ilişkisinin açıklığa kavuşturulması gerektiğini önermiştir[v].

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli ziyaret raporunda Kurumun Paris İlkeleriyle uyumunun sağlanabilmesi için yasal dayanağının daha kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesinin gerekli olduğunu ifade etmiştir. İnsan hakları konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarının katılım, kapsayıcılık ve şeffaflık hakkındaki kaygılarının bertaraf edilmesi gerektiği; üyelerinin seçiminde yürütme erkinin etkin oluşu, çoğulculuk ilkesinin gözetilmemesi; üyelerinin bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayacak güvencelerin bulunmayışı; bağımsızlıkları açısından gerekli ek güvenceler sağlanmadan TİHK çalışanlarının diğer devlet memurları için uygulanan genel personel ve işe alınma mevzuatına tabi olmaları ve İnsan Hakları Kurulunun (Kurul üyeleri tarafından seçilen) Başkanına ve İkinci Başkanına, sivil toplum tarafından tercih edilen daha çoğulcu ve katılımcı karar mekanizmalarının aksine, geniş yetkiler verilmiş olması; İnsan Hakları Kurulu Başkanının, Kurula başkanlık etmenin yanı sıra Kurumun idari başkanlığını da yürüttüğünü ve bütçe ve personel konularında çok geniş yetkilere sahip olduğunu tespit etmiştir[vi].

5. Bilindiği gibi Türkiye BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokolün gereklerine uygun olarak ulusal önleme mekanizması belirlemek yükümlülüğü altındaydı.

Birleşmiş Milletler İşkence Alt Komitesi Başkanı Malcolm Evans’ın da katıldığı 3 Kasım 2011, 8 Ekim 2012 ve 16 Ocak 2014 tarihlerinde Ankara Üniversitesi, İşkence Önleme Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlediği ve TİHK temsilcileri de dahil olmak üzere kamu kurumları, Bakanlıklar ve sivil toplum kuruluşlarından temsilcilerin katılım gösterdiği OPCAT uyarınca oluşturulması gereken Ulusal Önleme Mekanizmasının etkin olarak gerçekleştirilmesine yönelik çalışma toplantılarında esas olarak çıkan sonuç; “ulusal önleme mekanizması oluşturulmasına yönelik somut, kamunun huzurunda ve sivil toplumun katıldığı herhangi bir çalışma gerçekleştirilmemiş, aksi yönde kabulü imkanlı olmayan böylesi bir çalışma için hangi kamu biriminin belirlendiğine dair de bir bilgi edinilemediği” şeklinde idi. TİHK’in ulusal önleme mekanizması işlevi üstleneceği doğrultundaki ifadelere rağmen, özel olarak 8 Ekim 2012 tarihli toplantı katılımcılarından TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde TİHK Yasası için oluşturulan Alt Komisyonun Başkanı Adalet ve Kalkınma Partisi İzmir Milletvekili Hamza Dağ’ın toplantıda ifade ettiği gibi TİHK Yasası Komisyonda çalışılırken bu kanunun ulusal önleme mekanizması düşünülerek hazırlanmadığı kaydedilmiş idi. Bunun gibi 16 Ocak 2014 tarihinde gerçekleşen toplantıda TİHK temsilcileri Kurumun ulusal önleme mekanizması işlevi görmesinin imkânı olmadığı, hatta Kurumun “çökeceği” dile getirilmiş ve tüm katılımcılar açısından da bu fonksiyonun TİHK tarafından yerine getirilemeyeceği konusunda tam mutabakata varılmış idi.

6. Paris İlkeleri ve İhtiyari Protokol düzenlemeleri, yanı sıra ilgili sivil toplum örgütleri ile uluslararası toplum ve dahi kamu temsilcilerinin yukarıda özetlenen değerlendirmelerine ve TİHK’in bir ulusal insan hakları kurumu sıfatıyla yapısal ve işlevsel olarak görev üstlenemeyeceğine yönelik tespitlere rağmen maalesef 28 Ocak 2014 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren 09 Aralık 2013 tarih, 2013/5711 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile TİHK, ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmiştir. 04 Şubat 2014 tarihinde ise Birleşmiş Milletler Cenevre nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliğince, ulusal önleme mekanizması olarak Ulusal İnsan Hakları Kurumunun belirlendiğinin bildirilmesi girişiminde bulunulmuştur[vii].

6.1 Bu kapsamda ifade etmek gerekir ki TİHK’in kuruluş amacı ile ilgili ulusal ve uluslararası düzeyde değerlendirmeler yukarıda ifade edildiği şekildeyken, evrensel normlar gereği kabul edilmiş kurulma amacına uygun bir ulusal insan hakları kurumu olarak görev ifa etmek üzere Kuruluş Kanununda bütünlüklü ve kapsamlı bir değişiklik yoluna gidilmeden, hele de Kuruluş kanunu ile kendi görev ve yetki alanında olmayan ulusal önleme mekanizması olarak yapılandırılmaya çalışılması gerçekçi değildir.

6.2 TİHK tarafından hazırlanan ve 20 Ocak 2014 tarih, 16949670/550-76 sayılı yazı ile örgütlerimize de iletilen bir önceki “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”nın Genel Gerekçe bölümünde yer verilen “Ancak, (mevcut TİHK kanununun) gerek mezkur madde metinlerinde gerekse gerekçelerinde Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Seçmeli Protokol’e bir atıf yapılmamıştır. Ayrıca, Kurumun mevcut teşkilat yapısı ve personel sayısı göz önünde bulundurulduğunda da kanun koyucu tarafından ulusal önleme mekanizması olarak Kurumun düşünülmediği açıkça anlaşılmaktadır.[viii] şeklindeki ifadeler mevcut TİHK Kuruluş Kanununda kapsamlı ve bütünlüklü yeniden düzenlenmeler gerçekleşmeden Kurumun ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmesinin mümkün olmadığının itirafı niteliğindedir.

6.3 Öte yandan, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin Ziyaret Raporunda, “Ulusal önleme mekanizması görevinin Kuruma verilmesi ihtimaline karşı sivil toplumun ortaya koyduğu bağımsızlık ve operasyonel kapasiteye sahip olmamak şeklindeki itirazları”hatırlatılarak ulusal önleme mekanizmasının belirlenmesi zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Komiser, “Kurumun Paris İlkeleriyle uyumunun sağlanabilmesi için kurumun yasal dayanağının daha kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesinin gerekli olduğu ve Türk makamlarının bu Kuruma, BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesine ek İhtiyari Protokolü dahil olmak üzere, ilgili uluslararası sözleşmelere uygun bir biçimde faaliyet gösterecek bağımsız bir denetleme görevi tevdi etmeyi düşünüyorsa, bunun daha da gerekli olacağını”kaydetmiştir.

II. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı

7. 06 Mart 2015 tarihinde örgütlerimiz ile de paylaşılan ve geçen sene hazırlanan taslak üzerinden eklektik bir şekilde yeniden hazırlandığı anlaşılan “Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağının” genel gerekçesi ve madde gerekçeleri değerlendirilmeden önce, Kararname ile yapılmış olan ulusal önleme mekanizması olarak yetkilendirmenin Kanun Tasarısı içeriği de gözetilerek taraf olunan İhtiyari Protokol ve yasalaştırma etkinliği açısından hukuka uyarlı olmadığını belirtmek isteriz. Yanı sıra, herhangi bir Anayasal ya da Kanuna dayalı yetkilendirme bahis konusu olmadığı için Tasarı taslağının hukuki güvenliğinin olmadığı da gözlemlenmektedir.

8. Kanun Tasarısı Taslağının hazırlanmasında ulusal önleme mekanizması görevinin Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Kuruma verildiği ifade edildikten sonra, 2014 yılında hazırlanan taslakta da olduğu gibi, iki gerekçe öne sürülmektedir. Bunlardan ilki, “ulusal önleme mekanizmasının oldukça kapsamlı bir görev” olmasından bahisle “diğer görevleri de göz önünde bulundurulduğunda, mevcut teşkilat yapısı ve personel sayısı ile Kurum’un, ulusal önleme mekanizması görevini etkili bir şekilde yerine getirmesi oldukça güçtür. Bu nedenle teşkilat yapısı yeniden düzenlenerek Kurumun merkez teşkilatının güçlendirilmesi, taşra teşkilatı kurulması, personel sayısının artırılması ve illerde uzman personel istihdamı zorunlu hale gelmiştir.” şeklinde ifade edilmektedir. Kapatılma mekanları sayısının 5000 olarak ifade edildiği genel gerekçe, ulusal önleme mekanizması işlevinin sayısal bir mesele olarak kavranıp, bağımsız bir ziyaret mekanizmasının neden işkencenin önlenmesi için gerekli koşul olduğuna yönelik bir kabule sahip değildir.

İkinci gerekçe olarak ise Kurumun genel müdürlük düzeyinde teşkilatlandırılmasının “ulusal ölçekte Kurumun etkinliğini azaltacağı, uluslararası ölçekte ise Kurumun ve dolayısıyla Ülkemizin prestijini olumsuz etkileyeceği” belirtildikten sonra “müsteşarlık düzeyinde teşkilatlandırılmasının uygun olacağı” ifade edilmektedir.

9. Tasarının genel gerekçesi büyük ölçüde ulusal önleme mekanizma işlevi üzerine odaklanmıştır. Ancak maalesef tasarı taslağının genel gerekçesinin hilafına madde metinleri ulusal önleme mekanizması işlevi ile ilgili olmaktan esas olarak uzak, dahası ilişkili olunduğu iddia edilen yerlerde (md. 1; md. 5 ve md. 7) dahi Paris Prensipleri ile Protokol ilkeleriyle hiçbir şekilde temas bile etmeyen niteliktedir. Kurumun, üyelikler ile teşkilatlanmaya ve görev tanımlarına yönelik çok sınırlı düzeyde ve temel standartlardan uzak düzenleme önerip bunun dışında Kurumda yer alacak kişilerin mali özlüklerine ilişkin ayrıntılı bir çalışma gerçekleştirmiş olması kabul edilebilir değildir.

10. Öncelikle belirtmek gerekir ki, ulusal önleme mekanizması İhtiyari Protokol’ün 18/son maddesi gereği Paris İlkeleri ile uyumlu oluşturulmak ve işlev üstlenmek zorundadır. İhtiyari Protokol, nasıl bir ulusal önleme mekanizması oluşturulacağına ilişkin karar verme süreçlerinin tüm aşamalarının şeffaf olmasını; sürecin, konuyla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler, vb. yapıları kapsayıcı olmasını gerekli kılmaktadır. Oysa yukarıda da değinildiği gibi bu konuda yıllardır yoğun çaba gösteren kurumların ortak mutabakatlarına hürmet edilmeden, dahası bu mutabakata bütünüyle aykırı ve hiçbir sivil katılıma imkan vermeden söz konusu yetkilendirmenin yapılması kabul edilemez.

10.1 Ulusal önleme mekanizması, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin bulunduğu her yerde önleyici fonksiyon icra edebilecek; inceleme ve denetleme yapabilecek, ziyaretlerde bulunabilecektir. Ulusal önleyici mekanizmaların görev tanımları ve yetkileri ulusal mevzuatta anayasal veya yasamaya yönelik bir metin şeklinde açık ve spesifik olarak belirtilmelidir. Alıkonulma mekânlarının genel tanımları Protokole uygun şekilde yapılarak bu metinlere yansıtılmalıdır. Ulusal önleyici mekanizmalar işkence ve kötü muameleye karşı var olan koruma sistemlerini tamamlamalıdırlar. Hükümete ait ve hükümet dışı izleme, kontrol ve teftiş kurumlarının yerine geçmemeli veya onların uygulamalarını tekrarlamamalıdırlar. Mekanizmaların ana hedefleri, taslak mevzuat oluşturmak veya var olan ya da önerilen mevzuata yorumlar getirmenin yanında, toplanan bilgiler ve yapılan gözlemler zemininde tavsiyeler oluşturmak ve yetkili mercilerle diyaloğa girerek özgürlüğünden mahrum bırakılmış kişilerin durumlarını iyileştirmeye yönelik bir bakış açısıyla tavsiyeleri uygulamaya yönelik öneriler sunmaktır. Yine, bir ulusal önleme mekanizmasının İhtiyari Protokol ve Protokol 18/son maddesi gereği Paris İlkeleriyle uyumlu olabilmesi için Protokole taraf devletlerin, alıkonulma yerlerine haberli/habersiz ziyaretler yapmak üzere fonksiyonel, yapısal ve personel rejimi açısından bağımsız; finansal ve insan kaynağı açısından yeterliliği sağlanmış; kendi personeli ve bütçesine sahip; yetkileriyle alıkonulma yerlerine erişim güvenceleri iç hukukta anayasal ya da yasal olarak belirlenmiş olarak kurulması gerekmektedir[ix].

Kısacası, İhtiyari Protokol gereği ulusal önleme mekanizması işlevinin üstlenilmesi sadece bir kurumun belirlenmesine değil; görev tanımının, yetkilerinin, yapısının, işlevsel bağımsızlığının, hem bütçe hem de insan kaynakları açısından yeterli kaynak aktarımının sağlandığı yasal düzenlemenin varlığına bağlıdır.

10.2 İlgili mevzuat gerekli uzmanlık ve deneyimleri de içeren yayınlanan kriterlere göre yapılacak olan ve sivil toplum dâhil geniş yelpazede paydaşların katılımını sağlayan açık, şeffaf ve çoğulcu bir şekilde UÖM üyelerinin seçim ve atanma süreci, üyelerin cinsiyet açısından eşitlikçi olması,  azınlıkların, etnik ve yöreye özgü grupların yeterli ölçüde temsil edilmelerine dikkat edilmesi, üyelerinin görev süresini ve görevden alınması için her tür gerekçelerin açıkça belirtilmesi, işlevlerinin bağımsız olarak yerine getirebilmeleri için gerekli olan imtiyaz ve dokunulmazlıkları sağlanmasını içermelidir.

11. Tasarı taslağında bu hususlar hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Tasarı Taslağı ile ulusal önleme mekanizmasının özgün yapılandırılması esas alınmadan Kurumun yapısına yönelik değişiklik öngörülerek, ulusal önleme mekanizması işlevinin amacıyla uyumsuz dahası mezkur düzenlemelere aykırı bir düzenleme ifade edilmektedir.

Dahası, bugüne kadar ulusal ve uluslararası düzeyde tüm ilgili kurumlar tarafından TİHK’in bağımsızlığının güvence altına alınması ve kapasitesinin güçlendirilmesinin öncelikli sorun olduğu ortaya konmuş iken tasarı taslağı bu sorunların çözümüne yönelik değil de tam tersine, özellikle ulusal önleme mekanizması ile ilgili olduğu söylenen md. 7, md. 8, ve md. 9 kapsamında sivil kurumları, insan hakları örgütlerini ve akademisyenleri “sıradan bir devlet memuru” haline sokmayı hedefleyen son derece kaygı verici bir yaklaşıma sahiptir.

12. Tasarı taslağı, Kurul üyeliklerine (md.2), Kurum teşkilatlanmasına (md.3, md.4, md.5, md.6), bir kısım görev/yetki alanına (md.7, md.8, md.9, md.10), Kurum personeli mali özlük haklarına ilişkin hükümler ihtiva etmektedir ( md. 11-17).

12.1 Tasarı taslağında, Kurumun teşkilatlanmasına yönelik çeşitli düzenlemelerin “işlevsel özerklik” gayesiyle teşkilatlandırma açısından öneri getirildiği ifade edilmektedir. Yıllardır kanuni esasa dayanmadan varlığını sürdüren il ve ilçe insan hakları kurullarının Kuruma devri çağrışımı, kuruluş kanununda birim olarak görev üstlenen ve bu tasarı ile daire başkanlığına dönüştürülmesi öngörülen yapılarla ilgili yeni hiyerarşik yapılanma ilkeleri belirlendiği görülmektedir. Paris İlkeleri md. 5’te hüküm altına alındığı gibi Kurumun teşkilatlanmasına yönelik güvencelerin önemi etkinliklerinin sorunsuzca sürdürülmesini sağlayacak elverişli bir altyapıya, yeterli mali kaynaklara, kendi personeline ve tesislerine sahip olmasıdır. Bu temel esasları gözetmeden, sıradan devlet kurumu teşkilatlanmasına tabi, isimleri değiştirmek ve hantal diğer yapıları Kurumun bünyesine katmak yönünde bir düzenlemenin anlamının olmayacağı açıktır. Bunun gibi, itiraz gibi önemli görevlerle donatılan  “yerel insan hakları kurulu” gibi yapılar Tasarıda adı geçen ancak tanımlanmayan kurullar olarak yerini almıştır.

12.2 Taslak, Kurul üyelikleriyle ilgili “sivil toplum eleştirileri” gereği düzenleme önermektedir. Paris İlkeleri md. 2 gereği,  oluşumu ve görev alanı açıkça anayasal ya da yasal düzeyde tanımlanması gereken Kurumun üyeleriyle ilgili görev süresi, görevinin sonlanacağı koşullar, yeniden seçilme koşullarına yönelik düzenlenmenin bağımsızlığı gerçekleştirmeye yeter olmaması gerekmektedir. Üyelerin adaylıklarının alınması ve kriterlere dayalı olarak seçilmelerine ilişkin süreçte hükümetin ya da başka herhangi bir merciin adaylıklar konusunda bir filtreleme yapmaması, tüm adayların seçimi yapacak mekanizmanın önüne gitmesi gereklidir. Aksi halde hükümeti temsil eden kurumların ve Kurul’un dilediği kişiyi kurul üyesi olarak ataması mümkün olacaktır. Başkan ve üyelerin, hükümete bağlı çalışmaları sonucunu doğuracak bir atanma usulü ise Paris İlkelerinin “tarafsızlık ve bağımsızlık” öngören ruhuna kesinlikle aykırıdır[x].

Tasarı Taslağında Kurul üyelerinin seçiminde, Bakanlar Kurulunun etkisi devam etmektedir. Bu açıdan üyelerin bağımsızlıklarını güvence almak üzere hiçbir kriter öngörülmüş değildir. Kurul’un, aday listelerini, seçimi gerçekleştirecek mercilere göndermeden önce bir filtre uygulayıp uygulamayacağı net olmadığı gibi Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterleri de belirlenmiş değildir. Kurul üyelerinin Başbakanlık tarafından soruşturma izni verilmesi halinde yargılanacağını öngören düzenleme, bağımsızlığı ve dokunulmazlığı esas alması gereken bir düzenlemeden açıkça uzaklaşmayı tercih etmektedir. Bunun gibi ihlali gerçekleştiren devlet aktörlerinin raporlandırılması bahis konusu olduğunda soruşturma izni verecek olan makama karşı sorumluluk hissedilmesi kaçınılmazdır. Kurumda tanımlanan personel ve çeşitli fonksiyon affedilen diğer uzmanlar açısından ise hiçbir koruyucu hüküm mevcut değildir.

Kurulun üye profilinin oluşturulmasında cinsiyet dengesinin ve etnik/dinsel/kültürel azınlıkların temsilinin gözetileceğine dair herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Yine üyelerin insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda aranması gereken özellikleri de işlevsel bağımsızlık açısından önem arz etmekteyken bu konuda aynı nitelikte düzenlemelerin varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Neticeten, Paris İlkelerinin kapsamı açısından bağımsızlık teminatlı bir düzenleme öngörülmediği, önerilen maddelerin de kendi içinde bu güvencelerden yoksun olduğu değerlendirilmiştir.

12.3 TİHK’in, tasarı taslağının esaslı olarak personelin mali özlük hakları ile ilgili düzenlemeleri içermesi anlaşılmazdır. Paris İlkeleri (md. 5) gereği mali bağımsızlık önemli olmakla beraber kendi personeline sahip olması bağımsızlık içinde Ulusal İnsan Hakları Kurumu olarak etkin faaliyet sürdürmesi için yeterli, dahası anlamlı değildir. Bu anlamda Kurumun özenle ve hassasiyetle üzerine çalıştığı aylık ödenek, hak ve tazminat gibi mali hükümler konusunda rakam-gösterge ve derece yönünden yapılan değerlendirmeler konusunda bir görüş belirtemeyeceğiz. akkaKurulduğu zamandan bu yana üstlendiği görev ile ilgili kamuoyu malumatı zayıf bırakıldığı için personel rejimi açısından Tasarı taslağında yer verilen düzenlemeler açısından gerçekçi ihtiyaç analizi tarafımızca değerlendirilebilir değildir. Ancak, hem Paris İlkeleri ve ilgili tavsiyeler hem de yukarıda anılan Nils Muiznieks’in raporunda da belirtildiği gibi, Kurum personelinin diğer devlet memurları için uygulanan genel personel ve işe alınma mevzuatına tabi olması bağımsızlık ilkesi açısından kabul edilebilir değildir. Bunun gibi, Tasarı 14. Maddesinde “İl İnsan Hakları uzmanı” kadrosunun toplam kadro ile ilişkisini tanımlamakta ancak Tasarının hiçbir maddesinde tanımına yer vermemekle kalmayıp, ek göstergelerde dahi kadro ihdas etmemektedir. Dolayısıyla personelinin bağımsızlığı konusunda hiçbir düzenlemeye yer verilmeyen Tasarıda, olmayan kadrolar için sayısal sınırlar konulması yapısal ve işlevsel bağımsızlığın nasıl yerine getirileceğine dair yaklaşımın da itirafı niteliğindedir.

13. Tasarı taslağı md.1’de, Kurumunözgürlüğünden mahrum bırakılan ya da koruma altına alınan kişilerin alıkonuldukları yerlereTürkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde düzenli ziyaretler gerçekleştirmek” şeklinde görev, diğer görevlerine ek olarak tanımlanmıştır. Yürürlükte olan Kanun, İşkence ve Kötü Muamele ile Mücadele Birimine de aynı görevi vermektedir. Madde gerekçesinde bu tanımın Kurumun diğer görevlerinin yanı sıra ulusal önleme mekanizması görevini de üstelenecek olması nedeniyle getirildiği belirtilmektedir. Yukarıda yasal zeminden yoksun bir mekanizmanın Protokol ilkeleriyle uyumlu olmayacağına yönelik yaptığımız açıklamalara ek olarak uluslararası sözleşme atfının da etkin bir ulusal önleme mekanizması görevlendirmesi için yeterli olmayacağını belirtmek isteriz.

Tasarı, mevcut Kanunda birim olarak örgütlenmekte olan yapıları, daire başkanlığına çevirmektedir. Daire başkanı olarak tanımlı kadronun yapısal ve işlevsel bağımsızlığının nasıl sağlanacağı konusunda hiçbir hüküm ihtiva etmeyen Tasarıda, 5. maddede işkence ve kötü muameleyle mücadele başkanlığı, düzenli olarak habersiz veya haberli ziyaret gerçekleştirmek şeklinde bir yetki ile donatılmıştır. Ancak bu işlevin yerine getirilmesi açısından bağımsızlık ilkelerinin nasıl gerçekleştirileceği yer almamaktadır. Dahası Tasarının gerekçesinde kurumsal ve kapasite açısından yetersizliğine sıklıkla atıfta bulunulan mevcut Kurumun, hem bu daire başkanlığının ziyaret raporu standartları belirlemek şeklinde hem de eğitim daire başkanlığının eğitim materyali hazırlamak, eğitim konusunda standart belirlemek gibi kendine dair teşhisinden uzak, iddialı ve çoğulculuğu, bağımsızlığı dışlayan sınırlılıklar inşa ettiği gözlemlenmektedir.

14. Tasarı taslağının ulusal önleme mekanizmasıyla ilgili olduğu ifade edilen tek ve diğer maddesi olan 7. madde de ulusal önleme mekanizması işlevine atıf yapılmakta ve gerekçe de bu işlevin yerel düzeyde görev ile yetkileri Yönetmelikle düzenlenecek olan “Bürolar” ve “il insan hakları istişare kurulları” ve ¨insan hakları bağımsız raportörleri¨ tarafından yerine getirileceği ifade edilmektedir.

14.1 Büro olarak tanımlananın yapısal koşullarının ne olduğu, nasıl bir yöntemle, nasıl bir yetki ve görev üstleneceği,  üyeleri yahut profesyonel olarak çalışacak olan kadrolarının ne olduğu hiçbir şekilde tanımlanmamakta, dahası “yönetici kadrosu ihdas edilmeyeceği” belirtilmektedir. Yok hükmünde olan bu büronun, TİHK’ten de bağımsız ve kendi içinde bağımsız nasıl bir fonksiyon üstlendiği belirsizdir. Bunun gibi, il insan hakları istişare kurulu olarak ortaya konan yapı ise, yasal hiçbir zemini olmadan faaliyet gösteren mevcut İl İnsan Hakları Kurulunun daha az toplanmasını sağlayacak bir düzenleme öngörmektedir. Vali merkezli bu istişari yapının işkencenin önlenmesi bahis konusu olduğunda hiçbir bir işlevsel ve yapısal özerklik içinde olmadığı aşikardır. Yine insan hakları bağımsız raportörleri olarak tanımlanan, ihtiyaç duyulması halinde, tek kriter olan “istekli”liler arasından Kurumca seçilecek bir kategori de bu tasarı ile tanımlanmaktadır. Düşük maliyet talebi olarak açıklanan gerekçe aynı zamanda kapasitesel olarak kendini yetersiz olarak değerlendiren Kurumun neye dayalı olduğu bilinmeyen bir şekilde sertifikalandırması ile Kurumun öncülüğünde hayata geçeceğini ifade ettiği bir uzmanlaşma tanımlamaktadır. Bağımsız olarak isimlendirmiş olmasına rağmen, Kurum onayı yahut Kurulun belirlemesi ile görevlendirilen,  Kurumun belirlediği standartlarda görev ifa etmesi beklenen ve üstelik hiç bir özel görevi dahi tanımlanmamış olan bu raportörlerin Protokol ve Paris Prensipleri ile SPT tavsiyeleri açısından hiçbir karşılığının olmadığı açıktır.

14.2 Yine, bu düzenlemelerin “işlevsel özerklik” gayesiyle önerildiği ifade edilmekteyse de bilindiği üzere işlevsel özerklik Protokolün 20. maddesinde açıkça hüküm altına alındığı üzere ulusal önleme mekanizması görevlerini yerine getirebilmek için alıkonulan kişilerin ve alıkonuldukları yerlerin sayılarına, nerede tutulduklarına ve tutuldukları yerlerdeki bakım ve tutulma şartlarına ilişkin bilgilere ulaşabilmesini; ulusal önleme mekanizmasının ziyaret edeceği yerleri ve görüşecekleri kişileri seçme özgürlüğü ile bu kişilerle özel olarak, tanıksız, doğrudan veya gerekirse bir tercüman aracılığıyla görüşme yetkisi olmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla Tasarı Taslağında bu yönde bir düzenleme mevcut olmamasına rağmen, gerekçe ile getirilen teklifin işlevsel bağımsızlıkla ilgili olduğunu ifade etmek kabul edilebilir değildir.

14.3 Daha önce belirttiğimiz üzere Protokol ve Paris İlkeleriyle uyumlu ulusal önleme mekanizmasının varlığı için yetkileri yönünden yapısal ve fonksiyonel bağımsızlığı; üyelerinin görev tanımı ve üyelerinde aranacak profesyonel özelliklerin, atanma, görev süresi ve dokunulmazlıklarının belirlenip güvence altına alındığı, kendi bütçesi ve personeli olan bir mekanizma kurulmalıdır. Dolayısıyla her ne kadar ulusal önleme mekanizmasına hasredilmiş gibi görünse de öngörülen değişikliklerin ulusal önleme mekanizması olarak kabulü mümkün değildir.

III. Sonuç

15. Bu Tasarıda, merkez teşkilatında istihdam edilen, Kurul Başkanı tarafından belirlenecek bir uzmanın, en fazla 7 tane kurulması öngörülen ancak hiçbir kurumsal yapısı, personeli Kanunda yer almayan “Büro” ile eşgüdüm içinde başka bir ilde gerçekleştirilecek mevcut İl İnsan Hakları Kurulu ile yapısal olarak farkı olmayan ancak sadece bilgi ve görüş alışverişinde bulunmak için senede bir kez toplanması öngörülen İl İnsan Hakları İstişare Kuruluyla, nasıl raporlandırma yapacağı Kurum tarafından belirlenmiş olan, bilgi ve belge istemek konusunda Başkan ya da İkinci Başkan veya Daire Başkanı tarafından yetki verilmesi koşuluna bağlı hareket eden, mevcut Kurumca neye göre olduğu belli olmayan bir şekilde sertifikalandırılmış “İnsan Hakları Bağımsız Raportörü” ile işkencenin önlenebileceğine dair bir perspektif bulunmaktadır.

16. Ulusal İnsan Hakları Kurumlarının yapısı, işleyişi, donatıldığı güvenceler açısından sahip olması gereken özellikler yönünden de öngörülen değişiklikler Paris İlkelerini ve Birleşmiş Milletler önerilerini karşılamaktan oldukça uzaktır.

Kurumun bu konudaki temel, asgari prensipleri esas alarak yapılandırılmasına yönelik bütünlüklü yeni bir kanun tasarısının hazırlanmasının en uygun yol olacağı açıktır.

Tasarı taslağı ulusal önleme mekanizması açısından hiçbir güvenceyi sağlamamaktadır. Bu taslağın ulusal önleme mekanizmasının varlığı için bir ölçek olarak ele alınmaması gerekmektedir.

Bu nedenle OPCAT ve SPT önerileri ışığında amaca yönelik etkin bir Ulusal Önleme Mekanizması oluşturulmasına yönelik ilgili tüm tarafların katılımı ile bir hazırlık süreci planlanmalıdır.

20 Ocak 2014 tarihli tasarı taslağı hakkında da ortak değerlendirme notu hazırlayan kurumlar olarak:
Adli Tıp Uzmanları Derneği
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
Çağdaş Hukukçular Derneği
Gündem Çocuk Derneği
Helsinki Yurttaşlar Derneği
İnsan Hakları Araştırmaları Derneği
İnsan Hakları Derneği
İnsan Hakları Gündemi Derneği
İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı
Türk Tabipleri Birliği
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi

Dosyayı indirmek için tıklayın

Notlar:
[i] Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü-Türkiye Şubesi’nin 18 Nisan 2012 tarihli ortak basın açıklaması için bkz.: http://www.tihv.org.tr/turkiye-insan-haklari-kurumu-kurulmasina-dair-kanun-tasarisi-derhal-geri-cekilmelidir/; Adli Tıp Uzmanları Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği, Gündem Çocuk Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği, Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği, Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türk Tabipleri Birliği ve Uluslararası Af Örgütü 14 Şubat 2014 tarihli Değerlendirme Notu için bkz.:  http://www.amnesty.org.tr/uploads/Docs/degerlendirme-notu890.pdf
[ii] Paris Prensipleri için bkz.: http://www.ihop.org.tr/dosya/uihk/paris_ilkeleri.pdf
[iii] Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, Evrensel Periyodik İnceleme, 2. Dönem Türkiye Derlemesi (2015),  http://daccess-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/G14/210/44/PDF/G1421044.pdf?OpenElement Birleşmiş Milletler Türkiye Ekip Raporu, para 4 ve para 5;  Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının  Korunmasına Dair Komite Raporu,  CMW/C/TUR/QPR/1, para. 4
[iv] Christof Heyns’in 16 Mart 2013 tarihli raporu: ttp://ihop.org.tr/dosya/ceviri/ChristofHeyns_TurkiyeZiyaretiRaporu_Tr.pdf
[v] AB Komisyonunun 8 Ekim 2014 tarihli 2014 Türkiye İlerleme Raporu: http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/2013_ilerleme_raporu_tr.pdf
[vi] Nils Muiznieks’in 26 Kasım 2013 tarihli raporu: https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraServlet?command=com.instranet.CmdBlobGet&InstranetImage=2395762&SecMode=1&DocId=2079702&Usage=2
[vii] http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/OPCAT/NPM/Turkey4Feb2014.pdf
[viii] www.tihk.gov.tr/www/files/52d95156ed4d0.doc
[ix] İşkence Önleme Alt Komitesi, Rehber İlkeler, para 24-29
[x] Kirsten Roberts, Bruce Adamson- Chapter 23 Peer- Review Mission: Human Rights Institutions. 17-21

Kulp Kayıpları Davası'na 6 Nisan'da Ankara'da Devam Edilecek

Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’ne bağlı Alacakaya Köyü’nün Kepir, Gurnik, Mezire, Pireş ve Şuşan mezralarında ve Muş’un Licik Mezrası’nda 8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihlerinde Bolu 2. KomandoTugayı tarafından düzenlenen operasyonlarda gözaltına alındıktan sonra kaybolan 11 köylü ile ilgili açılan davaya 6 Nisan 2015 tarihinde saat 09:30’da Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.

9 Ekim 1993 tarihinde Muş ile Diyarbakır’ın Kulp ve Lice ilçeleri arasındaki bölgede gerçekleştirilen bir operasyonda Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutuş, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya, Ümit Taş  gözaltına alınmış, kendilerinden bir daha haber alınamamıştı.

Diyarbakır’da açılan dava “Güvenlik” gerekçesiyle Ankara’ya nakledilmişti.

tablo

Gözaltında Kaybedilme: Kulp-Alacaköy Kayıpları

Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’ne bağlı Alacakaya Köyü’nün Kepir, Gurnik, Mezire, Pireş ve Şuşan mezralarında ve Muş’un Licik Mezrası’nda 8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihlerinde Bolu Tugayı tarafından düzenlenen operasyonlarda gözaltına alındıktan sonra kaybolan 11 köylü ile ilgili açılan davaya 3 Şubat 2015 tarihinde saat 09:30’da Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek.
tablo
 
9 Ekim 1993 tarihinde Muş ile Diyarbakır’ın Kulp ve Lice ilçeleri arasındaki bölgede gerçekleştirilen bir operasyonda Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutuş, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya, Ümit Taş  gözaltına alınmış, kendilerinden bir daha haber alınamamıştı.
Diyarbakır’da açılan dava “Güvenlik” gerekçesiyle Ankara’ya nakledilmişti.
Dava Nakillerine İlişkin Görüşümüz
Dava nakilleri 4/12/2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 19. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre yapılmaktadır. Anılan kurala göre: “(2) Kovuşturmanın görevli ve yetkili olan mahkemenin bulunduğu yerde yapılması kamu güvenliği için tehlikeli olursa, davanın naklini Adalet Bakanı Yargıtaydan ister.”
Görüldüğü gibi nakil için karar üç merciin değerlendirmesinden geçmektedir. Davaya bakan Mahkeme, Adalet Bakanlığı ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi.
Sonuç olarak, bu iç merciinin iki hususa karar vermesi beklenmektedir:
a. Kovuşturmanın görevli ve yetkili olan mahkemenin bulunduğu yerde yapılmasının kamu güvenliği için tehlikeli olduğuna
b. Bu tehlikenin adil yargılanmaya etkisinin, davanın yetkili ve görevli mahkemenin elinden alınmasından daha büyük olduğu.
Bir başka deyişle, burada yetkili mercilerden bir tartı işlemi yapması beklenmektedir. Kamu güvenliği tehdidi ile yetkili ve görevli mahkemede davanın görülmesinin getireceği fayda arasında bir değer tartısı yapılacaktır. Söz konusu dava bir ağır insan hakları ihlaline ilişkin olduğunda bu tartı işleminin önemi daha da artmaktadır. Şöyle ki; her davanın yetkili ve görevli mahkeme tarafından incelenmesi doğal yargıç ilkesinin bir gereğidir. Bunun yanında, ceza davalarında tarafların yakınlarının, olayın tanıklarının suçun işlendiği yerde bulunması, ifadelerin doğrudan davaya bakan yargıç tarafından dinlenilmesi, delillerin bizzat yargıç tarafından toplanması ve incelenmesi gibi faktörler adil yargılanma açısından hayati önemdedir. Bu nedenle, keyfi olarak bir dava bir yerden alınıp başka bir yere nakledilemez. Bu faydadan daha ağır basan risklerin varlığı gösterilmelidir. Ağır insan hakları vakalarında ise Devlete düşen ispat yükünün daha da ağırlaştığı belirtilmelidir. Ağır insan hakları ihlallerinde, bizzat mağdur yakınlarının davaya katılma hakkı gerek AİHM gerekse AYM kararları ile tanınmıştır. Bunun yanında, toplumun ve özellikle ihlallerin gerçekleştiği yerde yaşayanların hakikati bilme hakkı, davanın serencamını izleme imkanları ile hayata geçirilebilir. Davaların doğal yargıç güvencesinden kaçırılmaları halinde bu imkansız hale gelecektir.
Bugüne kadar, Türkiye’nin bütün kritik siyasi davaları kamu güvenliği gerekçesi ile başka illere aktarılmıştır. Nakil kararlarının hiçbirinde, ne yerel Mahkemenin ne Adalet Bakanlığı’nın ne de Yargıtay Dairesinin gerekçesi açık değildir. Dahası bu kararların hiçbirinde Yargıtay, yukarıda özetlediğimiz temel fayda çatışmasını tartışmış, bir tartı kurmuştur. Bu haliyle gerçek anlamda bir yargı kararının olduğunu söylemek bile güçtür. Kural Devletin adil yargılanmayı sağlayacak güvenliği tesis etmesidir. Bunu istisnası çok özel olaylarda ve somut delillere dayanan gerekçelerle davanın nakil edilmesidir. Kulp davası, yıllar önce gerçekleştirilmiş ağır bir insan hakları ihlaline ilişkindir. Üzerinden bu kadar çok zaman geçmiş, AİHM tarafından ihlal olduğu tespit edilmiş bir vakanın nasıl olup da kamu güvenliğini tehdit ettiğini açıklayan hiçbir gerekçe olmaksızın başka bir ile nakledilmesinin hukuki meşru bir açıklaması yoktur.


Dava Süreçleri

5 Ekim 1993 tarihinde Mehmet Ali Taş’ın oğlu Ümit Taş için yaptığı başvuru sonucunda Cumhuriyet Savcısı Kulp Jandarma Bölge Komutanlığına ve Güvenil Müdürlüğüne sormuştur. Güvenlik Müdürü, Ümit Taşın gözaltına alındıktan sonra bırakıldığını belirtmiştir.
Seyithan Atala (Mehmet Şah Atala), Mehmet Emin Akdeniz (Mehmet Salih Akdeniz ve Celil Aydoğdu) Hüsnü Demir (turan Demir), Keleş Şimşek (Bahri Şimşek) tarafından Diyarbakır DGM Savcılığına yapılan başvuruların sonucunda ise kayıtların gözden geçirildiğine ve kayıp olduğu söylenen kişilere ilişkin bir kaydın olmadığına dair yanıtlar el yazısıyla yazılmış olarak verilmiştir. Aziz Atala ve Hüseyin Demirin verdiği dilekçelere ise aynı yanıt sözlü olarak verilmiştir.  Bingöl Başsavcılığı ve Kayseri DGM Savcılığı da yapılan başvurulara el yzısıyla yazılmış aynı yanıtı vermişlerdir.
Kulp Cumhuriyet Savcısı 1993/10 sayı ile bir soruşturma dosyası açmış, 28 Aralık 1993 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığından bilgi istemiş, Diyarbakır DGM Savcılığı 19 Ocak 1994 tarihinde verdiği yanıtta kayıtlarda bu isimlerin olmadığı yer almış.
Yapılan bütün başvurularda kayıp kişilerin gözaltına alındığına dair şikayet olmasına karşın 31 Ocak 1994 tarihinde Kulp Cumhuriyet Savcısı, kayıp kişilerin PKK tarafından kaçırıldığı iddiasıyla dosyayı Diyarbakır DGM Savcılığına göndermiştir.
Soruşturma sürecinde iki önemli dönüm noktası bulunmaktadır:
• 2001 yılında AİHM tarafından verilen ihlal kararı (tüm tanıkların ifadeleri)
• 2003 yılında Kulp ilçesinde Alacaköy yakınında bulunan bir toplu mezarda ortaya çıkan kemiklerin bir kısmınının kaybedilenlere ait olduğunun Adli tıp tarafından belirlenmiş olması; TBMM Araştırma Komisyonu’nun etkili soruşturma yapılmadığına dair raporu
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Başvuru (1994-2001: 7 yıl)
(Akdeniz ve Diğerleri, Başvuru No: 23954/94, Karar No: 31 Mayıs 2001)
Başvurucular, yakınlarının güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybolduklarına ve ölmüş olabileceklerini, bundan da yetkililerin sorumlu olduğunu, etkili bir soruşturma yürütülmediği böylelikle AIHS’in Yaşam Hakkını düzenleyen 2. Maddesinin esas ve usulden ihlal edildiği, yakınlarının gözaltında tutulma koşullarının insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele oluşturduğu (özellikle soğukta bekletme, dövme ve psikolojik baskı) için Sözlşemenin İşkenceyi yasaklayan 3. Maddesinin ihlal edildiği, yakınları gözaltında kaybedildiği için Sözleşmenin Kişi Güvenliği hakkını düzenleyen 5 (1). Maddesinin, etkili bir giderime erişimin sağlanmaması nedeniyle 13. Maddesinin  ve nihayet bireysel başvuru hakkının kullanılması sürecinde karşılaştıkları ciddi müdahaleler nedeniyle Sözleşmenin 34. Maddesinin ihlal edildiği idiiası ile AİHM’e başvurdular.
AİHM, 31 Mayıs 2001’de davayı sonuçlandırarak, Sözlşemenin 2. 3. 5(1). 13.cü ve 25. Maddenin ihlal edildiğine karar verdi.

Toplu Mezar Bulunması ve Adli Tıp ve Soruşturmanın devamı

Olayın olmasının ardından 10 yıl sonra 02 Kasım 2003 tarihinde bir çobanın Alaca Köyüne 500–600 metre mesafedeki bir dere yatağında toprak yüzeyine çıkan bazı kemik ve bez parçalarını bulması ve İHD Diyarbakır şubesine başvurması sonucunda Kulp Cumhuriyet Savcısı ile kemikler toplandı, bulunan kemiklerin kime ait olduğunun belirlenmesi için bazı aileler doku örneği verdi ve Adli Tıp Kurumuna gönderildi. Adli Tıp Kurumu Morg İhtisas Dairesi tarafından gönderilen 30.12.2005 tarih ve 915-61097 sayılı raporda olay yerinde bulunan kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan iki tanesinin Mizbah Akdeniz’in babası Mehmet Salih Akdeniz ile Ahmet Tutuş’un babası Behçet Tutuş’a % 99,99 oranında ait olabileceği tespit edildi.
Bunun üzerine açılan soruşturmada Kulp Savcılığı görevsizlik kararı verdi ve dosyayı “Suç tarihinde Bolu 2′nci Komando Tugay Komutanlığı’nda görevli asker şahısların işlediği askeri suçlarıyla ilgili soruşturma yapmak görev ve yetkisinin” askeri savcılığa ait olduğu gerekçesiyle, askeri savcılığa gönderdi.
Yakalama Kararı, İddianame Hazırlanması ve Mahkeme Süreci
Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığında bulunan ve herhangi bir işlem yapılmayan dosyaya ilişkin Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığının yürüttüğü ayrı bir soruşturmada, dönemin Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk’ün 7 Ekim 2013 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca ifadesinin alınmasının ardından Soruşturma Savcısı Yavuz Ertürk hakkında yakalama kararı çıkartarak zaman aşımı süresini durdurdu.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından hazırlanan 19 sayfalık iddianame, 2013 yılı Ekim ayında Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edildi. İddianamede emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk hakkında 11 kez müebbet ve 25 yıla kadar hapis cezası istendi.
Mahkemenin Diyarbakır’dan Ankara’ya Nakli
Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada sanık eski Bolu 2. Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk’ün “güvenlik” gerekçesiyle yargılamanın başka ilde görülmesi yönündeki talebini değerlendirerek davanın Ankara’da görülmesini kararlaştırdı (Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 04/02/2014 tarih, 2013/106 esas 2014/28 sayılı kararı).
Dava önce TMK 10 ile görevli 13. Ankara Ağır Ceza Mahkemesine gönderildi. Daga sonra TMK 10. Maddesinin kaldırılması sonucunda dava Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesine devredildi.
Kulp Kayıpları ile ilgili dosyayı indirmek için tıklayınız…

Hak Savunucusu Leman Fırtına’yı Sonsuzluğa Uğurluyoruz.

İHD kurucularından ve ilk Genel Başkan Yardımcıları’ndan Leman Teyze’nin (Fırtına) yaşamını yitirmesini üzüntüyle öğrendik. Başta İHD olmak üzere insan hakları camiasına, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
12 Eylül 1980 darbesi sonrası Türkiye karanlığında ışık olmaya çalışan Leman Teyze’yi sonsuzluğa uğurlamanın hüznünü yaşıyoruz. Kendisini her zaman saygıyla, sevgiyle ve minnetle anacağız.
Leman Teyze’nin cenazesi 3 Nisan Cuma günü Selimiye Camisinde kılınacak ikindi namazından sonra Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilecektir. Tüm üye, aktivist, duyarlı kamuoyu ve basını Leman Teyzemizi uğurlamaya çağırıyoruz.
İHD Merkez Yönetim Kurulu

İHD'den Hapishanelere Çağrı

“Hapishaneler bu toprakların, aslında bütün dünyanın kanayan yarasıdır. İnsanların duvarların ardında görünmez kılındığı, sistemin en başarılı alanlarından biridir. Yüzlerce yıl boyunca duyarsızlaştırılmış kitleler, sormaz olur duvarların ardında kalanları. Ateş ancak düştüğü yeri yakar. Bir de ateşin düştüğü yerde durma ısrarını gösterenleri.”
Derneğimiz 28 yıldır hapishaneler gündeminden hiç uzak kalmamıştır. Her ne kadar yoğunluklu olarak siyasi nedenlerle hapishanelerde bulunan mahpuslarla daha yoğun olarak ilgilenilmesi kamuoyu tarafından da bilinen bir gerçekliğimizdir. Bunun temel nedeni hak arama bilincine sahip olma, muhalif kimliği, direnme kültürü gelişen siyasi tutsaklar insan hakları örgütlerini tanıması ve hatta birçoğunun derneğimiz üyesi olması söz konusudur. Derneğimiz adli nedenlerle hapishanelerde bulunan mahpuslar ulaşmada yaşadığı yetersizliği, eksikliğinin farkındadır. Bu konuda kendini eleştirmekte ve sorunun çözümü için çalışmalar yapmaktadır.
Hapishaneler, yapılma amaçları ve gerekçeleri gereği, kişiyi yalıtma, tecrit etme, cezalandırma ve tredmana tabi tutma amacı gütmektedir. En ince ayrıntısına kadar planlanan tüm koşullar, bireyi pişman etmeye, bireyin iradesini kırmaya ve güce itaat etmesine yönelik dizayn edilmiştir. Orada insancıl bir çaba veya önlem yoktur. Alınan tüm önlemler yine sistemi korumaya yöneliktir. Hapishanelerin ne kadar modern tesisler (!) olduğuyla övünen siyasiler / bürokratlar, insanlarla dalga geçercesine F tipi hapishaneleri villalarla eş tutmuştur. Oysa bizler her iki katlı yapının villa olmadığını çok iyi bilmekteyiz. Yapılış mantığı ve fiziki yapısı itibarıyla zaten ciddi bir ceza şekli olan hapishaneler, adalet mercilerince eklenen kimi uygulamalarla iyice yaşanılamaz hale gelebilmektedir.
İnsan hakları derneği merkezi cezaevi komisyonu 14 Mart.2015 günü Diyarbakır da gerçekleştirmiş olduğu toplantıda uzun yıllardır hapishaneler konusunda yaptığı çalışmalara hapishanelerde yaşayanlarında sözünü söylemesinin gerekli olduğunu düşünmüş ve buna dönük olarak yeni bir kampanya kararı almıştır.
“Bir şiddet mekânı olan hapishanelerde” olan bitenleri mahpusların ve tutsakların anlatımıyla daha iyi anlamak ve kamuoyuna hapishaneler gerçeğini yaşayanların kaleminden anlatmak istemektedir.
Derneğimiz Amed ve İzmir de insan hakları derneği hapishaneler komisyonu üyeleri ve STK larla iki çalıştay gerçekleştirmiştir. Haziran ayına kadar derneğimiz Akdeniz ve Marmara bölgesinde de çalıştay gerçekleştirecektir.
İHD Siyasi tutsaklar ve mahpuslarla da böylesi bir çalıştay kararı almıştır. Mademki duvarlar engel biz bu duvarları yıkar ortak sözümüzü kamuoyuna paylaşırız dediler.
Hapishanelerde bulunan tüm mahpuslar ve siyasi tutsaklara buradan çalışma yaptığımız konuları yolluyoruz. Bu konu başlıklarında bizlere görüş ve önerilerini sunarlarsa duvarların arkasında olan dostlarımızın ve insan hakları savunucularının ortak bir sonuç bildirgesini kamuoyu ile paylaşacağız.
1. KONU BAŞLIĞIMIZ
KAPATILARAK CEZALANDIRMANIN TARİHSEL SÜRECİ
Kapatarak cezalandırmanın tarihi, Hapishanelerin bir cezalandırma aracı olmasındaki iktidar politikaları ve katliamlar, Küresel ölçekte hapishane uygulamalarındaki benzerlikler ve farklar, Hapishanesiz bir dünya için alternatif öneriler
2.KONU BAŞLIĞIMIZ
İNFAZ KOŞULLARI AÇISINDAN HAPİSHANELER
İnfaz rejimine ilişkin ulusal mevzuat ve uluslararası hukuk, Hasta mahpuslar,Ağırlaştırılmış müebbet uygulaması, Hapishanelerdeki şiddet politikası olarak işkence ve kötü muamele ile her türlü keyfi uygulamalar. İnfazı ağırlaştıran uygulamalar: disiplin cezaları, infaz yakmalar, sürgün sevkler
3. KONU BAŞLIĞIMIZ
HAPİSHANELER VE TECRİT UYGULAMALARI
4. KONU BAŞLIĞIMIZ
ÇOCUK, KADIN VE LGBT BİREYLER VE ENGELLİLERİN HAPİSHANELERDEKİ DURUMU
Bugün Batman’dan bu kampanyamızı tüm mahpuslar ve siyasi tutsaklarla paylaşıyoruz. Çalışmamız 30 Haziran 2015 günü sonuçlanacaktır. Temmuz ayı içerisinde sonuç bildirgemizi kamuoyu ile paylaşacağız. Ateşin düştüğü yerde durma ısrarını gösterenler bizler olacağız.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
HAPİSHANELER KOMİSYONU

Newroz Piroz Be!

Her ne kadar,
 
2015 yılı Newroz öncesinde Türkiye’nin birçok ilinde bulunan üniversitelerde öğrencilere yönelik birtakım ırkçı ve provakatif saldırılar yaşanıyor olmasına rağmen bu konuda adli ve idari yapı hala bir önlem almasa da,
Türkiye devleti Ermeni Soykırımının 100 yılında da bu soykırımla yüzleşmese de,
Türkiye halklarına dönük asimilasyoncu anlayışlardan vazgeçilmese de,
Başta Kürtler olmak üzere tüm halkların öz demokratik yönetimlerini oluşturma haklarına saldırılar yaşansa da,
Kadın cinayetleri ve katliamları bir yanda duruyor olsa da,
12 Eylül askeri cuntasının bir ürünü olan %10 seçim barajı ile bir seçime girilecek olsa da,
Taksim Meydanı gibi birçok alan ve meydan eylem ve etkinliklere hala yasak olsa da,
DAİŞ gibi çeteci paramiliter çetelerle halklar hizaya çekilmeye çalışılsa da,
Cumhurbaşkanı tarafından “KÜRT SORUNU YOKTUR” sözleri hala söylense de,
İç güvenlik yasaları ile polise vur emrine yasal güvence kazandırılmak istense de,
Cezaevlerinde kalan Hasta Mahpuslar tahliye edilmeyerek ölüme mahkûm edilse de,
Sayıları binleri bulan siyasi mahpuslar hala cezaevlerinde bulunsa da,
Geçmişte ve günümüzde yaşanan zorla kaybetmeler ve faili belli veya belirsiz cinayetlerin soruşturulması ve yargılamalarında yol alınmayıp cezasızlık bir yöntem haline getirilse de,
Çocuklar hala cezaevlerinde kalıyor ve işkence ile kötü muamelelere tabi tutuluyor olsa da,
Mevcut hükümet daha çok güvenlik daha az özgürlük için hala hapishane inşa ediyor olsa da,
Gazeteler, dergiler ve görsel medya organları hala patronların kontrolünde hükümete ve diğer güç odaklarına hizmet eksenli yayın yapıyorsa da,
Gazeteciler, hukukçular, sendikacılar, siyasetçiler, akademisyenler ve aydınlar hala yargılanıyor olsa da,
İşyerlerinde alınmayan güvenlik önlemleri ile iş cinayetleri artarak devam ediyorsa da,
İşçiler taşeron sistemi ile çağdaş köleler haline getirilmeye çalışılıyorsa da,
Doğamız her geçen gün HES’ler, köprüler, yollar, binalar, havaalanları ve madenlerle vahşi insan tarafından yok edilmeye çalışılıyorsa da,
 
NEWROZ PİROZBE…
 
YİNE DE,
 
21 Mart’ta Türkiye’nin Kobane sınırı olan Suruç’ta başlayan ve on binlerin katıldığı NEWROZ kutlamaları 2015 newrozunun barış, kardeşlik ve özgürlük havasında geçeceğini göstermesi,
2013 yılı Newroz’unda Sayın Abdullah ÖCALAN’ın yapmış olduğu açıklama ile başlayan Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Süreci 2015 Newroz’unda da yeni bir dönemece girecek olması,
21 Mart 2015 tarihinde AMED Newroz’unda Sayın Abdullah Öcalan’ın Kürt Sorununda Demokratik Çözüm mesajının okunacak olması,
Türkiye halklarının bir araya gelerek YENİ YAŞAM için Türkiye’nin geleceğini birlikte kuracağı bir anlayış önermiş olmaları,
Alevilerin bir araya gelerek ve örgütlenerek yani yaşam ideallerini ortaya koymaları,
İşçilerin daha çok örgütlenerek hak arama taleplerini her alanda görünür kılmak istemeleri,
Tüm kışkırtmalara ve provokasyonlara rağmen silahların susmaya devam etmesi ile barışın hala talep ediliyor olması
Tarafların barış görüşmelerini sürdürüyor olması,
 
BİZLERİ UMUTLANDIRMIŞTIR…
 
Kürtler açısından zalim Dehaklara karşı mücadeleyi,
Aleviler açısından Hz Ali’nin doğumu ve “Kırklar Meclisi’nin toplanmasını,
Ortadoğu halkları bakımından baharın gelişini,
Simgeleyen
2015 NEWROZ’unun başta Türkiye halkları olmak üzere tüm dünya halklarına Özgürlük ve Barış getirmesini umut ediyoruz.
 
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ
 
 

Dün Halepçe Bugün Şengal ve Rojava, Kürtlere Yönelik Soykırım Saldırılarına Dur Diyelim

Bugün 16 Mart günü “Halepçe Katliamı” olarak adlandırılan ancak Saddam Hüseyin rejiminin Irak Kürdistan’ında Enfal Operasyonu kapsamında başta Halepçe olmak üzere Kürt şehirlerinde gerçekleştirdiği soykırımı anma günüdür.
Enfal Operasyonu, 29 Mart 1987 tarihinde başlatılmış ve 23 Nisan 1989’a kadar sürdürülmüştür. Bu operasyon kapsamında, Saddam Hüseyin’in yeğeni olan Kimyasal Ali lakaplı Ali Hassan Majit, Irak Devrim Komite Konseyi tarafından yetkilendirilerek, Irak Kürdistan’ının Kürtlerden arındırılması hedeflenmişti. Esasında Saddam rejiminin 1983’ten 1991’e kadar geçen sürede Kürtlere karşı sürdürdüğü arındırma politikası sonucunda yüz binlerce Kürt katledilmiştir. Sadece Enfal Operasyonunda öldürülen Kürt sayısının 180 bin ile 210 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.
16 Mart 1988 günü başlatılan ve 3 gün süren hava saldırılarında ise özellikle Irak Kürdistan’ındaki Halepçe Kasabası ve civarı kimyasal silahlarla bombalanmış ve bu saldırıda 12 bin kişi yaşamını yitirmiştir.
Halepçe’nin acısı dinmemişken, IŞİD/DAİŞ isimli çete yapılanması tarafından Ağustos 2014’te Irak Şengal bölgesinde bulunan Ezidi Kürtlere yönelik soykırım saldırısı yapılmış, binlerce Kürt kadını kaçırılıp, katledilmiştir. IŞİD bununla yetinmemiş Irak’ta bulunan başka Kürtler olmak üzere kendi mezhebinden olmayan herkese saldırmış, Suriye Rojava bölgesine saldırısı tarihi Kobane direnişi ile püskürtülmüştür. Ancak, Kürtlere yönelik soykırım tehdidi devam etmektedir.
İHD, Türkiye’de Halepçe Katliamının anma günü olarak bilinen 16 Mart gününü “Kürt Soykırım Günü” olarak tanıma kararı almış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu soykırımı tanımasını talep etmektedir. Soykırım suçu BM Roma Statüsü’nde, Ulusal Etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacı ile işlenen öldürme, bedensel veya zihinsel zarar verme, fiziksel varlığı ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirme yani göç ettirme, grup içinde doğumları engellemek amacı ile tedbirler alma ve gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletme olarak tanımlanmaktadır. Saddam Hüseyin rejiminin özellikle Enfal Operasyonu kapsamında amaçladığı ve gerçekleştirdiği suçlar soykırım suçudur. Bu nedenle de yapılanların soykırım olarak adlandırılması gerekmektedir. Soykırım gibi en ağır suçun işlendiğini kabul etmek gelecekte oluşabilecek benzeri suçları önlemekte caydırıcı bir rol oynayacaktır. Ayrıca soykırımda yaşamlarını yitirenlerin yakınlarına ve soykırıma maruz kalmış bir halkın acılarına ortak olmak, onların yas süreçlerini yaşamasına katkı sunacaktır.
Enfal Operasyonu kapsamında işlenen suçların soykırım olduğunu bugüne değin Irak ve Irak Federe Kürdistan Bölge Yönetimi, Norveç, İsveç ve İngiltere kabul etmiştir. Ortadoğu’da en çok Kürdün yaşadığı Türkiye’nin de Enfal Operasyonu kapsamında işlenen suçları soykırım olarak tanıması anlamlı ve önemli olacaktır. İHD, tüzüğündeki ilkesel tutumu nedeni ile de nerede ve ne zaman yapılırsa yapılsın soykırıma karşı olduğundan Türkiye’nin Kürt soykırımını tanıması noktasında mücadelesini sürdürecektir.
Enfal Operasyonu kapsamında soykırımda yaşamını yitirenleri anıyor ve bir daha asla diyoruz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Dünyada ve Türkiye’de Kadın

Dünyada, 2014 yılında kadınların maruz kaldığı hak ihlalleri, şiddetin artarak devam eden ve kaos haline dönüşen şeklidir. Türkiye’nin komşusu Suriye’de yaşanan iç savaş ve DAİŞ’in Rojava’ya saldırısı sonucu yüz binlerce kadın kendi topraklarından sürülmüş; mülteci konumuna düşürülerek büyük bir hak ihlalinin yaşanmasına sebep olunmuştur.
Kökten dinci, cihatçı çete yapılanmalarının en vahşi uygulaması kendini DAİŞ olarak göstermiştir. DAİŞ vb. çete örgütlenmeleri sivil halklara saldırıp, erkekleri öldürerek, kadınları kaçırmış, tecavüz etmiş, köle olarak satmıştır. Hala DAİŞ’in elinde 5.000-7.000 arasında Ezidi Kürt kadının olduğu değişik kaynaklar tarafından beyan edilmektedir. Bu gerçek dahi Ezidi halkının soykırıma uğradığını göstermektedir.
DAİŞ benzeri olan Radikal dinci Boko Haram Örgütü de benzer vahşi uygulamalar yapmış, 300 kadar kız öğrenciyi kaçırmış, çocukları dahi katletmekten sakınmamıştır.
Ülkelerin politik uygulamaları, erkek egemen yönetim şeklini pekiştiren ve kadınlara yapılan saldırıları destekler nitelikte olduğundan kadınlar Hindistan’da yaşandığı gibi toplu tecavüzlere uğramış, İran’da kendisine tecavüz etmeye çalışan eski istihbaratçıyı öldüren Reyhane Cebbari’nin idam edilerek yaşam hakkına son verilmiştir. Suç dahi olsa erkek fiili kadının yaşam hakkından üstün tutulmuştur.
Türkiye’de de kadınlara yönelik işlenen cinayetler, taciz ve tecavüz vakalarında da iyi hal ve tahrik indirimi uygulanarak bu duruma sebebiyet veren erkeklerin en fazla 3-5 yıl ceza alması ülkelerin kadına yönelik şiddeti destekledikleri ortak politik bir tutum olduğunu göstermektedir.
Dünyada kadına yönelik en ağır suçları işleyen bu örgütlerin saldırısına direnen kadın kendisini Rojava/Kobanê’de, Şengal’de, Mahmur’da göstermiştir. Kürt kadınlarının örgütlenerek kendilerini savunma amacı ile direniş göstermesi kadının erkek şiddetine direnme hakkına önemli bir örnektir.
2014 yılında Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve hak ihlallerinin bireysel ve toplumsal şekillerde ortaya çıktığı görülmektedir. Türkiye’ de milyonlarca Kürt kadını kendi anadilinde eğitim hakkından mahrum bırakıldığı için kültürel soykırım tehdidi altında yaşamaya zorlanmaktadır.
Türkçe bilmeyen Kürt kadınları kamusal alanda ırkçı tehditlere maruz kalmaktadır. Kürt kadınlarına yönelik güvenlik güçlerince tehdit ve baskı aracı olarak kullanılan taciz ve tecavüz vakaları yaşanmaya devam etmektedir. Kobani sınırında barış nöbeti tutan Kader Ortakaya hedef gözetilerek öldürülmüştür.
Alevi kadınlar başta olmak üzere diğer inançlardan kadınlar da benzer şekilde, kültürel soykırım tehdidi altında yaşamaktadırlar.
İHD’nin yapmış olduğu çalışmalar ve şiddete uğrayan kadınların derneğimize başvuruları sonucu elde ettiğimiz verilerde 2014 yılında 296 kadının öldürüldüğü, 39 kadının intihar ettiği, 191 kadının taciz ve tecavüze uğradığı, 585 kadının darp edilerek yaralandığı, 6 kadının namus cinayeti ile öldürüldüğü, 13 kadın kuşkulu bir şekilde öldürülerek yaşamına son verildiği ortadadır. Cinsel taciz ve tecavüze uğrayan bazı kadınların; yaşadıklarını toplumsal baskı nedeniyle açıklayamadıkları göz önünde bulundurulduğunda bu sayının daha yüksek olduğunu düşünmekteyiz.
LGBTİ’ler de 2014 yılında, yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere yoğun hak ihlallerine maruz kaldılar.
Kadına yönelik şiddetin artışında siyasetçilerin kullandığı dil şiddeti tırmandırmıştır. Başta Cumhurun başı olmak üzere diğer tüm siyasetçilerin sürekli bağırarak ve yüksek tonda konuşmaları, “Kadın, erkek eşitliği insan fıtratına terstir”, “En yüksek kariyer annelik kariyeridir”, “En az üç çocuk”, “Kadınlar Allah’ın bize bir emanetidir”, “Şu feministler var ya” gibi kadın örgütlerini sürekli hedef gösteren söylemler kadına yönelik şiddeti arttıran en etkili unsur olmuştur.
Siyasal iktidar önleyici tedbirler almak, mevzuatın uygulanmasını teminen denetimler yapmak yerine; 2015 yılının Şubat ayında yaşanan Özgecan Aslan vahşetinden sonra gündemi saptırmak için yine bir insanlık suçu olan idamı tartıştırmış, konuyu mecrasından çıkararak saptırma yoluna gitmiştir.
Kadına yönelik şiddet TBMM’ ye taşınmış, muhalif partiden iki kadın milletvekili şiddete maruz kalmıştır.
Emek alanında 2014 yılında kadınlar ucuz iş gücü olarak veya güvencesiz bir şekilde çalıştırılarak emekleri sömürülmüştür. Tekstilde çalışan, ev temizliğine giden kadınlar veya mevsimlik işçi olarak çalışan kadınlar bu kapsamdadır.
2014 yılında çocuk gelinlerin sayısında yine ciddi bir artış yaşandığı, TÜİK verilerine göre çocuk gelin sayısı 181 bini aşmıştır.
Kadınlara yönelik şiddet evrenseldir ve bütün dünya ülkelerinde yaşanmaktadır
Yine 2014 yılında şiddet uygulayan erkeklere indirimler uygulanırken; Malatya İnönü Üniversitesinde okuyan 10 kadın öğrenciye 8 Mart kutlamalarına katıldıkları gerekçesiyle cezalar yağdırılmıştır.
İHD’li kadınlar olarak siyasal iktidara çağrı yapıyoruz: kadına yönelik şiddeti önlemede güçlü politik tutum içinde olun, şiddeti özendirici söylem ve uygulamalardan vazgeçin. Hiçbir şekilde tahrik ve iyi hal indirimi uygulanmamalı, yasalarda öngörülen cezalar üst sınırdan verilmeli, İmza konulan uluslararası sözleşmelerden olan İstanbul Sözleşmesinin iç hukuka gerçek etkisi sağlanmalı, eğitim müfredatı şiddeti önleyici şekilde düzenlenmeli, Kürt kadınlarına ve diğer etnik gruplara ana dilinde eğitim hakkı tanınmalıdır.
Alevi ve diğer inançlardan kadınların kendi inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
LGBTİ’lere yönelik ırkçı ve nefret içerikli söylemlerden vazgeçilmelidir.
Seçimlere doğru giderken tüm partilerin kadın milletvekili sayısını eşitliği sağlayacak şekilde aday göstermesi, kadın örgütlerinin gerek politikacılar, gerekse bürokrasi ve diğer taraflarca hiçbir şekilde hedef gösterilmemesi, kadın aleyhine ağır sonuç doğuracak olan iç güvenlik yasasının geri çekilmesi, yine kadın bakanlığının kurulması ve kurulan bakanlık ile diğer kurumların kadın sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte çalışmasını, bu maksatla her türlü önlemin alınmasını talep ediyoruz.
VE DİYORUZ Kİ BARIŞ DA BİZ’İZ İSYAN DA…
İHD Kadın Sekreterliği
Kadın Komisyonu

2014 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu Üzerine Değerlendirme

Derneğimizin dokümantasyon biriminin hazırlamış olduğu hak ihlal raporu ve bilançosu incelendiğinde Türkiye’de birkaç yıldan beri devam eden otoriterleşme eğilimlerine paralel olarak insan hakları ihlallerinde belirgin geriye gidişler olduğu görülmektedir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi noktasında barış ve çözüm süreci ile Avrupa Birliği Katılım Müzakerelerinin doğrudan doğruya etkili olduğunu, bu iki konudaki duraksamaların veya geriye gidişlerin Türkiye insan hakları ortamını olumsuz etkilediğini, dolayısıyla bu iki süreçte yaşanacak olumlu gelişmelerin insan hakları ortamını da olumlu etkileyeceğini belirtmek isteriz.

2014 yılı hak ihlalleri bilançosu bir önceki yılla karşılaştırıldığında yargısız infazlarda çok belirgin artışlar olduğu, özellikle sınır bölgelerinde çok fazla infaz vakasına rastlandığı, bu vakalarla ilgili etkili soruşturma ve kovuşturma yöntemlerine başvurulmadığı görülmektedir. Bir önceki yılla karşılaştırıldığında gözaltı merkezlerinde 5 kişinin şüpheli bir şekilde yaşamını yitirmiş olması antidemokratik uygulamaların ağır bir yansıması olarak kendisini göstermiştir.

2014 yılında otoriterleşme eğilimlerine bağlı olarak MİT Kanununun değiştirilip Türkiye’de herkesin özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlal edilerek takip altına alınması, internet yasasında yapılan değişiklikler ile internetin kontrol altına alınmış olması, çeşitli yargı paketleri ile HSYK, Yargıtay ve Danıştayın hükümetin etkisine açık hale getirilmesi ve buna uygun atamaların yapılması kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkının tehdit altında olduğunu gösteren olumsuz gelişmelerdir.

2014 yılında yaşanan birkaç olumlu gelişmeden birisi DGM’lerin devamı olan Özel Görevli ve Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kapatılmış olmasıdır. Buna paralel olarak haksız yere tutuklu bulunan yüzlerce siyasi mahpus salıverilmiştir. Ancak bu olumlu gelişme kısa sürmüş 17 Şubat 2015 tarihli HSYK kararı ile Türkiye Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri ile yeniden tanışmış ve bu şekilde eski uygulama devam ettirilmiştir. 2014 yılının diğer bir önemli kazanımı ise 12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştiren darbeci generallerin cezalandırılmış olmasıdır.

2014 yılında Türkiye Cezaevlerindeki sorunlar devam etmiş, ağır hasta mahpusların sorunları çözülmemiş ve sayıları giderek artan bir noktaya vararak kamu vicdanında kanayan bir yara olmaya devam etmiştir.

2014 yılında siyasal iktidarın otoriterleşme eğilimine bağlı olarak toplantı ve gösteri hakkına yönelik müdahaleler had safhaya varmış, tıpkı 2013 yılında olduğu gibi çok sık müdahaleler yapılarak gösteri hakkı kullanılamaz hale getirilmiştir. 2014 yılında Kobanê Direnişini sahiplenmek için yapılan gösterilerde yaygın şiddet hareketlerinin görülmesi üzerine 6 ilde sokağa çıkma yasağı ilan edilerek gösteri hakkının tamamen kullanılamaz bir noktaya geldiğine tanıklık ettik.

2014 yılında Suriye’de yaşanan iç savaşta İŞID isimli çete yapılanmasının Rojava/Kobanê’ye ve Irak/Şengal Bölgesinde yaşayan Ezidilere saldırması sonucu Türkiye yeni bir göç dalgası ile karşılaşmıştır. 2014 yılında 2 milyona yakın sığınmacının bulunduğu Türkiye’de sığınmacı hakları yönünden yeni sorun alanları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu konuda Türkiye sığınmacıların yaklaşık %15’lik kısmını oluşturduğu kamplarda barındırmış, geri kalan büyük çoğunluk ise kendi kaderine terk edilmiştir.

2014 yılında Türkiye’de kadına yönelik şiddet artarak devam etmiştir. Bu konuda yasal altyapı ile ilgili tedbirler alınmış olmasına rağmen uygulama değişmemiş, siyasal iktidarın yaklaşımı sorunun çözümü önünde engel teşkil etmeye devam etmiştir.

2014 yılının en bariz hak ihlali yaşanan diğer bir alanı ise toplu işçi katliamı ile kendisini gösteren iş cinayetleridir. 13 Mayıs 2014 günü Soma’da 301 madencinin ölümü ile sonuçlanan katliam ve 28 Ekim 2014 günü Ermenek’te 18 madencinin yaşamını yitirmesi Türkiye’de iş sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin çok yetersiz olduğunu, siyasal iktidarın bu alanda işçileri ölüme terk eden bir vurdumduymazlığı yaşadığını göstermiştir.

2014 yılında özellikle yerel seçim sürecinde HDP ve BDP’ye yönelik ırkçı linç teşebbüslerinin Türkiye’nin tamamında gerçekleşmiş olması Türkiye’deki barış sürecinin kırılganlığını göstermesi bakımından önemli bir gösterge olmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Kobanê’ye yapılan IŞID saldırısını seyretmesi karşısında Kürtlerin ve Türkiye sosyalistlerinin buna karşı gerçekleştirdiği eylem ve etkinlikler barış sürecinin kırılganlığını göstermiştir. Bütün bu olaylar Türkiye’de nefret söyleminin yasaklanması gerektiğini, nefret suçlarının düzenlenmesini ve ayrımcılıkla mücadele konusunda etkili tedbirler alınması gerektiğini ortaya koymuştur.

2014 yılında barış süreci kopma noktasına gelmiş, taraflar Kobanê direnişini sahiplenmek nedeni ile yapılan gösterilerde yaşanan yaygın şiddet hareketlerinden çekinerek barışa giden yolun kaçınılmaz olduğunu görmüş ve geri adım atmışlardır. 6-8 Ekim 2014 tarihleri arasında yaşanan olayların Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile sona ermesi ve yeniden tarafların soğukkanlı bir biçimde süreci ilerletme konusunda görüş birliğine varmaları şiddet dışında çözümün zorunlu olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Türkiye’de yapısal insan hakları sorunları 2014 yılında devam etmiştir. Türkiye’de devam eden cezasızlık politikası varlığını sürdürmüş ve özellikle insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı kuralının uygulanarak sorumluların yargılanmasının önüne geçilmesi cezasızlığın bir başka boyutuyla sürdürüldüğünü göstermiştir.

2014 yılında siyasal iktidarın yargı yolu ile baskı politikası devam etmiştir. Nitekim çeşitli yargı paketleri ile HSYK, Yargıtay ve Danıştay Kanunlarında ve diğer mahkemeleri ilgilendiren kanunlarda yapılan değişikliklerle siyasal iktidarın yargıyı kullanarak toplumsal muhalefet üzerinde baskıyı sürdürdüğü özel bir döneme girilmiştir. Bu nedenle Türkiye’de hukuk güvenliği yok edilmiş, yurttaşın kişi özgürlüğü ve güvenliği ciddi tehdit altına alınmıştır.

2014 yılında Türkiye’nin Ortadoğu da uyguladığı anti Kürt ve anti Şii politika iflas etmiş, Kobanê direnişinin Kobanê zaferine dönüşmesi ile Türkiye’nin bu politikasını değiştirmek zorunda olduğu gerçeği bir kez daha ortaya konmuştur.

Siyasal iktidarın otoriterleşme eğilimleri giderek artmış ve halen görüşmeleri devam eden iç güvenlik yasa tasarısı ile Türkiye polis devleti haline getirilmek istenmektedir. 2014 yılında Kürt sorununun çözümü noktasında hükümet/devlet yetkilileri ile Abdullah Öcalan arasında devam eden diyalog sürecinin müzakereye geçememesinin yarattığı sakıncalar kendisini ortaya çıkartmıştır. Buna rağmen 28 Şubat 2015 günü devlet/hükümet yetkilileri ile HDP heyetinin üzerinde mutabık kalınan ve Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınan ortak irade beyanını içeren ilkesel metnin kamuoyuna birlikte deklere edilmesi tarihsel bakımdan önemli ve Kürt sorunun çözümünde bundan sonra müzakereye geçileceğini gösteren en önemli gelişme olmuştur.

Hak savunucuları olarak Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununun çözümünde mücadelemizin süreceğini, barış ve çözüm sürecinde üzerimize düşen her türlü katkıyı yerine getireceğimizi ve hak ihlallerinin giderilmesinde her türlü farkındalık çalışmalarını yapacağımızı bir kez daha belirtmek istiyoruz.

İnsan Hakları Derneği

Yaşar Kemal'in Vefatı Üzerine

Anadolu, Trakya ve Mezopotamya’da yaşayan halkları bir çiçek bahçesi gibi romanlarında anlatan ve romanları ile kültürel çeşitliliğimizi sürekli hafızada tutan barışın büyük insanı usta yazar Yaşar Kemal’i 28 Şubat 2015 gününden beri  sonsuzluğa uğurlamanın hüznünü yaşıyoruz.
Ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ