Örnek Resim

Uluslararası Af Örgütü 8 Mart eylemindeydi

Dünya kadınlarının  özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesinde önemli bir yeri olan dünya kadınlarının birlik, dayanışma ve mücadele gününün ilanının  üzerinden 100 yıl geçti. İlk uluslararası kutlaması 1911 yılında yapılan dünya kadınlar gününün 8 Mart’ta yapılmasının öyküsü 19. yüzyıl ortasında kadın tekstil işçilerinin verdiği eşit işe eşit ücret, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve iş saatlerinin kısaltılması mücadelesine dayanır.

8 Mart 1857’de bu taleplere greve giden kadın tekstil işçilerine polis saldırmıştı. Destekçilerle grevcilerin bağını kesmek için patronun adamları ve polis fabrikanın kapılarını kadın işçilerin üzerine kilitlemiş ve çıkan, nedeni hâlâ aydınlatılamamış, “faili meçhul” yangında 129 kadın işçi hayatını kaybetmişti. 8 Mart günü bu nedenle, 1910 yılında 2. Uluslararası Kadın Kongresinde Clara Zetkin’in önerisiyle, dünya kadınlarının dayanışma ve mücadele günü olarak kabul edildi.

Amerikalı kadın işçilerin bu mücadelesi, kadının emeğini gasp eden, değersizleştiren, kadının varlığını hiçe sayan, kadını insanca koşullarda yaşamaya ve çalışmaya layık, doğuştan gelen hakları olan bir özne olarak görmeyen (ayrımcı, cinsiyetçi) bir sisteme, “uygarlık” tarihi kadar eski bir (erkek egemen) düzene karşı örgütlü bir başkaldırı, emeğini, varlığını, bizzat kendini sahiplenmeydi. Bu niteliğiyle de tüm dünya kadınlarının çeşitli düzlemlerde ve tarihin farklı dönemlerinde kendini içinde bulduğu, mücadelesini özdeşleştirdiği evrensel bir duruş olabildi.

Tarihsel süreç içinde bunlara yeni gündemlerimiz eklendi ama emeğimizi, varlığımızı, kendimizi sahiplenme mücadelemiz hep devam etti. Biz bu çerçevede, kadın cinayetlerini, iyice yaygınlaşan fuhuşa zorlama, taciz ve tecavüz olaylarını, çocuklara yönelik cinsel şiddeti, hükümetin Kürt sorunundaki militarist, inkarcı, tekçi, asimilasyoncu, savaş kışkırtıcı tutumu nedeniyle bir türlü dışına çıkamadığımız savaş halini, kadın siyasetçilerin ve seçilmişlerin siyaset ve kadın mücadelesi yapmasını engelleyen, demokratik siyaset alanını tıkayan tutuklamaları, anadilde savunma hakkının engellenmesini, doğayı ve doğadaki tüm varlıkların yaşam alanlarını yok eden politikaları, tek dil, tek bayrak, tek millet, tek cins, tek kimlik politikalarını,  kadının yoksullaşmasını, Torba Yasayı gündemimize ekledik.

EMEĞİMİZ BEDENİMİZ KİMLİĞİMİZ BİZİMDİR

Erkek şiddetinin her gün en az beş kadını öldürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Kadın katliamı bir cins kırımı gibi sürüyor. Erkek egemen sistem bu katliamın hem kaynağı, hem de devleti, ordusu, polisi, karakolu, yargısı, zihniyeti ile katillerin koruyucusu ve kollayıcısı.

Kadın cinayetleri AKP iktidarı sırasında yüzde 1400 arttı. Son on yılda 5000’den fazla kadın öldürüldü. Öldürülen kadınların katilleri de genellikle hayatlarındaki erkekler, kocalar, babalar, ağabeyler, sevgililer.

Biz kadınlar diyoruz ki: bu kitlesel vahşeti soğukkanlılıkla “adli vaka”lar, “münferit olay”lar olarak tarif eden, yüksek siyaset gündemine girmeye, müdahaleye değer bulmayan devlet, tüm kurumlarıyla bu katliamın suç ortağıdır.

Katlimizin “gerekçesi” kimi zaman sevişmek istemememiz, kimi zaman tuzluğu uzatmamamız, kimi zaman boşanma talebimiz, kimi zaman ters konuşmamız, kimi zaman “namus” bahanesi oluyor. Kısacası kadın başımızla itaat etmemeye, kendi irademizle hareket etmeye, kendimize ait isteklere sahip olmaya, herhangi bir konuda karar vermeye, farklı düşünmeye cüret ettiğimiz için öldürülüyoruz. Bütün bu saydıklarımızı bir erkek yapsa öldürülmeyeceği halde, biz kadın olduğumuz için öldürülüyoruz. Erkek egemen zihniyet, kendisine göre çizgi dışına çıkan kadını ölümle ve ölüm korkusuyla terbiye etme yöntemini yaygınlaştırıyor. Geçtiğimiz yıl kadınlar için bir varlık yokluk meselesi haline gelen bu saldırı ile mücadele, kadın gündeminin en önemli maddelerinden birini oluşturdu, önümüzdeki yıl da oluşturacak. Birçok ilde olaylar karşısında hızla tepki veren, kamuoyunu harekete geçirmeyi, hükümet üzerinde baskı oluşturmayı hedefleyen bağımsız dayanışma ve eylem platformları kurduk, raporlar hazırladık, takip merkezleri oluşturduk. Çözümümüz örgütlenme, dayanışma, mücadele ve teşhirdir. Kadın cinayetlerinin acilen müdahale edilip sonlandırılması gereken toplumsal bir sorun olduğunun herkes farkına varmak zorundadır. Bu duruma son verme, cinayetleri durdurma konusunda kararlıyız. Sabırlı olmayacağız. Haksız tahrik indirimini derhal kaldırmayanlar, kadınların şiddetten korunma taleplerini ciddiye almayanlar unutmasın, biz bu ülkenin yarısından fazlasıyız. Kadın cinayetlerinde tarafız; davalara müdahiliz. Münferit olaylarla değil toplu bir cinsiyetçi saldırıyla karşı karşıya olduğumuzun farkındayız. Kadını alınıp satılabilen, gereğinde çöpe atılabilen bir mal olarak gören erkek egemen zihniyetin ürünü olan, Kürt halkına karşı otuz yıldır yürütülen savaştan da beslenen bu toplumsal cinnet haline isyan ediyoruz.  Kendimizi mutlaka koruyacağımızı 8 Mart kürsüsünden hep birlikte ilan ediyoruz.

Kadına yönelik her türlü şiddetin temelinde cinsiyetçilik, ayrımcılık, iktidar, erkek egemenlik var. Kadınlar olarak maruz kaldığımız cinsel, fiziksel, ekonomik, psikolojik ve duygusal her türlü erkek egemen şiddete karşı mücadele ederken özünde aşağılanmaya, hiçleştirilmeye, kimliksizleştirilmeye, varlığı ile yokluğu belli olmayan emre amade gölgeler haline getirilmeye karşı mücadele ediyoruz. Yaygın kadın cinayetlerine kadar varmış olan bu durumun altında kadına karşı cinsel, fiziksel, psikolojik, vb. türlü şiddet çeşitlerinden birini veya birkaçını meşru gören, gerekçelerini tartışılabilir bulan, devletin bütün kademelerinden sokaktaki veya en yakınımızdaki erkeklere, sistemden tekil bireylere kadar bütün bir yaşam alanına sirayet etmiş erkek egemen anlayışın yattığını biliyoruz.

Mardin’deki N.Ç. davasında mahkemenin verdiği karar, Siirt’te, Pervari’de, Manisa’da ve genel olarak PİO ve YİBO’larda yaşananlar,

TBMM araştırma komisyonu üyelerinin tacizci tecavüzcü erkekler güruhunun iğrençliğini yumuşatmak istermişçesine söylemeye cüret ettiği, çocukların yoksulluktan kendi istekleriyle gittiği şeklindeki sözleri,

İzmir’de, Urfa’da, Trabzon’da, Ankara’da, Adana’da, Muğla’da, İstanbul’da ve bütün şehirlerde yaşanan toplu taciz ve tecavüz olayları,

Çocuk yaştakilere yönelik cinsel saldırılarda meydana gelen vahim artış,

Muhalif politika yapan arkadaşlarımıza yönelik polis taciz ve tecavüzleri,

“Ahlak” polisinin “ahlaksızlık”ları,

Artarak devam eden transkadın cinayetleri, eşcinsellere yönelik nefret cinayetlerinde haksız tahrik indiriminin istisnasız uygulanması,

Göçmen kadınlara yönelik polis taciz ve tecavüzü, devletin göçmen ev işçisi kadınlara şiddet, taciz, tecavüz ve intihar olarak yansıyan tutumu,

Prof. Orhan Çeker’in dekolte giyinen kadının taciz suçuna ortak olduğu fetvası,

AKP’li Rize Belediye Başkanı’nın Kürt kadınlarının kuma (köle) alma çağrısı,

Sabah gazetesi yazarları Emre Aköz ve Engin Ardıç’ın devrimcilere ve kadınlara açık küfür ve saldırı niteliğindeki köşe yazıları,

Medyanın kadınla
rla ilgili haberleri erkekleri kollayıcı, kadın cinayetlerini ve cinsel şiddeti meşrulaştırıcı dille vermesi,
Medyada ve siyaset alanında muhalif kadınlara ve özellikle Kürt kadın siyasetçilere yapılan açık cinsiyetçi saldırılar hep aynı zihniyetin cinsiyeti nedeniyle kadınlara yöneltilmiş şiddet eylemleridir. Doğrudan demokratik ilkelere aykırı olan, bir gruba karşı ayrımcılık içeren bu ifadeleri düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmeyi reddediyoruz.

Kadına yönelik şiddete karşı  örgütleniyor,  dayanışma ağları örüyoruz. Bir yandan sistemle mücadele ederken bir yandan da şiddete uğrayan kadınlar için sağaltıcı, güvenli, özgür yaşam alanlarını nitelikli bir biçimde çoğaltmanın ve yaygınlaştırmanın yollarını mutlaka bulmayı önümüze görev olarak koyuyoruz. Hem kendi dışımızdaki alanlarda hem kendi yaşam ve mücadele alanlarımızda, taciz ve tecavüzde kadının beyanının esas alınmasını ve tacizin yarattığı yıkımı göz önüne alan, kadını kollayan ve koruyan bir tutum içinde olunmasını sağlamanın önemini biliyor, bunu ve adaletli bir çözümü güvence altına alacak mekanizma, yol ve yöntemler geliştirmek için tartışma yürütüp, çalışmaya girişmeyi önümüze görev olarak koyuyoruz.

KADIN CİNAYETLERİ POLİTİKTİR, KADIN CİNAYETLERİNİ DURDURACAĞIZ, KADIN KIRIMINA SON, CİNSİYETÇİLİĞE, AYRIMCILIĞA, IRKÇILIĞA HAYIR

Tüm toplumu cendereye sokan dayatmacı tek dil, tek bayrak, tek millet, tek kimlik, tek cins politikalarını reddediyoruz. Bütün kimliklerin, kendileri olarak, özgürce, eşitlik içinde yaşayabildiği, farklılıklara saygılı, kendi yaşamı ve geleceği üzerinde söz sahibi olduğu, merkeziyetçi hiyerarşilerden mümkün olduğu kadar uzaklaşmış; özgür, demokratik, cinsiyet eşitlikçi bir toplumda yaşamak istiyoruz. Dilsizleştirmeye, kimliksizleştirmeye karşı özgürlüklere, çok dilliliğe, anadilde eğitime, kültürlerimize sahip çıkıyoruz. Kadın ve özgürlük mücadelesi verdikleri, 8 Mart mitingleri örgütledikleri için tutuklanan, anadilde savunma yapma hakları engellenen kız kardeşlerimize selam yolluyoruz. Özgürlüklere sahip çıkanları, muhalif ve farklı görüş ifade eden, erkek devletin erkek sistemin normları dışına çıkanları tutuklayarak, gözaltına alarak susturma politikasına yeter diyoruz !

Özgürlüklerimizi, uygulamada cinsiyet eşitliğini güvence altına alacak, yapılmasında kadınların ve tüm kesimlerin söz ve irade sahibi olacağı, katılımcı yöntemlerle hazırlanmış özgürlükçü, demokratik, eşitlikçi yeni bir toplumsal sözleşme yapılmasını istiyoruz. Bu tartışmaların tam bir özgürlük ortamı içinde, cezai bağışıklık sağlanarak yürütülmesini zorunlu görüyoruz.

Otuz yıldır süren, şimdiye kadar elli bin cana mal olan, toprağı, suları, havayı zehirleyen, ağacı, bitkiyi, hayvanı, doğayı yok eden, milyonlarca Kürtü yersiz yurtsuz bırakan, insanımızı yoksullaştıran, hayatı hepimize zehir eden ve en ağır yükünü de başta Kürt kadınları olmak üzere biz kadınların çektiği savaşı bitirme ve Kürt sorununu siyasi, demokratik bir çözüme kavuşturma olanaklarını harcayan bu hükümeti lanetliyoruz. Savaş kışkırtıcısı hükümetin Kürt halkının mücadelesine yönelik siyasi ve askeri operasyonlarına dur diyoruz; toplu mezarların açılmasını, hakikat komisyonları kurulmasını, bu hakikat komisyonlarında kadınlara yönelik suçlarla ilgili özel bir bölüm oluşturulmasını bir zorunluluk olarak görüyoruz. Hükümeti işin ciddiyetine uygun davranmaya, zamana yayma yaklaşımını terk etmeye çağırıyoruz. Bu şirketler arası ticaret pazarlığı değildir; kâr zarar çıkar hesaplarını bırakın. Canlarımız, yaşamlarımız üzerine konuşuyor olmanızın sorumluluğunu ve ciddiyetini üstlenin.

1857’deki Amerikalı  kız kardeşlerimizden 150 yıl sonra, değersizleştirilen, yok sayılan emeğimize sahip çıkmaya, kadın olduğumuz için daha zor koşullarda çalışmak zorunda bırakılmaya, ucuz işgücü olarak kullanılmaya karşı çıkmaya, işgününün kısaltılmasını talep etmeye devam ediyoruz. Bu sistem kadını yoksullaştırıyor, yoksulluğu kadınlaştırıyor.

Ücretli bir işte çalışabilenlerimizin çoğu güvencesiz çalışıyor, sosyal güvence için yine kocaya ya da babaya bağımlı oluyoruz. Güvencesiz olmak hep daha ucuza, daha kötü koşullarda çalışmaya zorlanmamız, emeğimizin karşılığını alamamamız anlamına geliyor.

Ülkede yapılması gereken bütün işlerin üçte ikisini biz kadınlar yapıyoruz. Ücretli çalışsak da çalışmasak da evde tüm aile üyelerinin bakımı, beslenmesi, giydirilmesi, evin çekip çevrilmesi, yaşlılarla, çocuklarla, hastalarla ilgilenmek hepsi bizim tartışılmaz ve karşılıksız görev ve sorumluluğumuz kabul ediliyor. Çalışıyoruz ama emeğimiz görülmüyor, karşılığını alamıyoruz; hakkımız patronların ve erkeklerin cebinde kalıyor. Sağlığın paralılaştırılması güvencesizliğimizle birleşiyor biz kadınları sağlıksız yaşamaya mahkum ediyor. Torba Yasa yaşam koşullarımızı kötüleştiriyor: “Esnek çalışma” modeli hem kadının “kadın işlerine” ve eve mahkumiyetini tescil ediyor, hem de bu durumdan yararlanarak kadını çok düşük ücret karşılığında güvencesiz çalıştırıyor. Biz iş ve aile yaşamımızın uyumlulaştırma adına iç içe geçmesini değil, işgününün kısaltılmasını istiyoruz, daha yüksek ücretle, güvenceli çalışmak istiyoruz. Güvenceli, sendikal ve sosyal haklarla istihdam, teknik mesleki eğitim ve erkek işleri olarak bilinen işlerde kadınlara kota, kreş hakkı, ücretli-devredilemez babalık izni istiyoruz.

Paranın ve erkeğin iktidarı  canlı ve cansız bütün varlıkları ve değerleriyle doğayı  yok ediyor. Biz kadınlar, doğanın ve doğadaki tüm canlıların yaşam alanlarının yok edilmesine karşı da bir aradayız. Dağlarımız, ormanlarımız, derelerimiz, suyumuz, evlerimiz, mahallelerimiz talan ediliyor. Kentsel dönüşüm projesi adı altında, yaşam alanlarımız elimizden alınıyor. Başta kadınlar olmak üzere herkesin sağlıklı konut ve barınma hakkının sağlanmasını istiyoruz.

Çatışmalarda kullanılan ağır kimyasal silahların kirlettiği yer altı sularımızı, yakılan ormanlarımızı, barajlarla yok edilen yaşam alanlarını, toprağı, tarihi ve canlı türlerini geri istiyoruz.

Loç, Senoz, Aksu, İkizdere, Fındıklı, Fırtına, Papart, Yusufeli, Şavşat, Maçahel, Munzur, Allianoi, Bergama, Kaz Dağları, Hasankeyf, Dicle, Fırat, Dersim, Zap, Siirt, Şırnak, Cudi, Gabar…

Karadeniz, Ege ve Mezopotamya’nın vadileri, nehirleri, dağları, tarih ve kültür değerleri her yerde saldırı altında.  Direniş de her yerde.

Karadeniz’in kadınları  toprağına, suyuna, diline, kültürüne kısacası yaşamlarına sahip çıkıyor; vadilerinde, köylerinde, bahçelerinde isyan ediyorlar…  Ellerinde orakları, bastonları ve taşlarıyla yaşamı savunuyorlar. Onlara Kürdistan coğrafyasında ölüme direnen, Ege’de altın madenlerine karşı mücadele eden kadınlar ses veriyor.

Biz de bir kez daha ilan ediyoruz ki, doğamızın, ormanlarımızın, derelerimizin, dağlarımızın  özgürlüğü bizim de özgürlüğümüzdür.

8 Mart Kadınlar Gününde, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, erkek egemen iktidara, şiddete ve sömürü düzenine karşı; kadının özgürlüğü ve kurtuluşu için, eşitlik ve barış için, doğayla uyum içinde yaşamak için tüm dünya kadınlarıyla birlikte sesimizi yükseltiyoruz.

Uluslararası Af Örgütü’nün 8 Mart eyleminden fotoğraflarına ulaşmak için tıklayın.

TÜM GÜNLERİMİZ 8 MART COŞKUSU TAŞIYACAKTIR

154 yıldan beri kutlanmakta olan dünya kadınlar günü yine kadın cinayetleriyle, tecavüzleriyle, erkek egemen militarist zihniyetin şiddetiyle dolu. Yazacak o kadar çok şey var ki kadınların yaşadıklarıyla ilgili, daha birkaç gün önce, “kocalarının”, arkadaşlarının, sokaklarda, evlerinde vahşice öldürdüğü kadınlar gözlerimizin önünde.

Eşlerinin, çocuklarının kemiklerini bulurum umuduyla sabahlayan, minicik çocukları ellerine taş olduğu için yargılanan ve elleri yüreklerinde her an gözlerinden bile sakındıkları evlatlarının alınıp dört duvar arasına konulur korkusuyla yaşayan kadınlar.

Kadının eşit ve özgür yurttaş olma sorunu, özel alandan kamuya her yerde söz sahibi olma hakkı ne yazık ki hala kanayan yara. Haklarımızın varlığı konusunda herkesin ahkâm kestiği, o halde “haklarımı kullanacağım” dediğimizde, şiddetle, yasayla karşımıza duvarların örüldüğü haklar.

Yetiştirildiğimiz roller ve gelenekler aldığımız eğitimin bile ilerisinde gitmekte ısrar ediyor, erkek egemen kültürün dayattığı yaşam biçimini biz kadınların tespit etmesini bile kabul edemeyen mantığı anlayabilmemiz mümkün değil. Ama bu zihniyet biz kadınları anlayana kadar mücadelemiz devam edecektir.

Kadınların bu gün yaşadığı acı ve ölümlerden toplumun her kesiminin sorumluluk duyması gerekiyor. Bu bilincin biz kadınlar tarafından oluşturulacağı ve toplumun bütün kesimlerinin kadının özgürlük meşalesi altında toplanacağı konusunda umudumuzu yitirmiş değiliz.

Şiddetsiz bir dünya için, tüm günlerimiz 8 Mart coşkusu taşıyacaktır.

Biz İHD’li kadınlar olarak, bütün Dünya Kadınlarının Gününü kutluyoruz, bu günün genelde insanlık ailesi, özelde kadınlara barış, demokrasi ve özgürlük getirmesini diliyoruz.

İHD’Lİ KADINLAR

Şanlıurfa Barosu "Kadın Korunma Evi" Yapılması İçin Belediyeye Başvurdu

04.03.2011

8 Mart Dünya Kadınlar Gününe sayılı günlerin kaldığı şu günlerde Şanlıurfa ile birlikte ülke genelinde artan kadına yönelik şiddet ve cana kast sonucu meydana gelen olaylar Şanlıurfa Barosu Kadın Hakları Komisyonu’nu çözüm arayışına itti. Bu kapsamda bugün [4.3.2011] Şanlıurfa Barosu tarafından Kadın Korunma Evinin açılması için Şanlıurfa Belediyesine başvuru yapıldı.

Başvuru dilekçesinde 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. Maddesinde “Büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 50.000’ni aşan belediyeler kadın ve çocuklar için koruma evi açar” denildikten sonra “Kanunda açıkça ifade edildiği üzere koruma evleri açmanın belediyelerin görevleri arasında yer aldığı hatırlatıldı ve bunun yasa gereğince zorunlu olarak yapılması gerektiği ifade edildi.

Dilekçede geçen aylarda Şanlıurfa Barosu Kadın Hakları Komisyonunun yaptığı Şiddetin Adli Görünümü konulu bir araştırmanın sonuçlarına vurgu yapıldı. Talep başvurusunda “Araştırma neticesinde elde edilen verilerin tamamı değerlendirildiğinde; ilimizde aile içi şiddete maruz kalan ciddi bir kadın nüfusunun mevcut olduğu, bu kadınların aynı zamanda anne olmaları sebebiyle çocukların da şiddetin yayılan etkisine maruz kaldıkları, şiddetin ilin belli bir bölgesinde yoğunlaşmadığı, şiddet mağdurlarının çoğunun çalışmamakla birlikte sosyal güvenceden yoksun oldukları ve en önemlisi şiddet uygulayan aile bireyi ile aynı evde yaşamak zorunda kaldıkları tespiti yapılmıştır. Ayrıca İl Emniyet Müdürlüğü ve karakollar ile yapılan yazışmalarda adliyeye yansımayan şiddet olaylarının sayısal olarak daha büyük rakamlar ifade ettiği anlaşılmıştır.” denildi.

Devamla, “Başbakanlığın “Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleri ile Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi için Alınacak Tedbirler” konulu ve 2006/17 sayılı genelgesi ile kamu kurum ve kuruluşlarının, sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimlerin kadın ve çocuklara yönelik şiddetin önlenmesi konusundaki sorumluluk alanları belirlenmiştir. “Belediyelerin de adı geçen sorumlu kurumlar içinde yer alması sebebiyle özellikle şiddetin yoğunlukla yaşandığı ilimizde sorunun çözümü için gerekli tedbirlerin tespiti ve uygulamaya geçilmesi konusunda çalışmalar yürütmesi hayati önem arz etmektedir” denildi.

Dilekçenin devamında ise kutsal sayılan yaşam hakkının korunmasının ve kadının şiddet görmemesinin teminin şehre su sağlama, çöp toplama gibi belediye hizmetlerinden çok daha öncelikli olduğu hatırlatıldı.

Başvuruda bu konu şöyle ifade edilmiş. “4320 sayılı yasadaki koruma kararlarının kâğıt üstünde kalmaması, kadınlar ve çocuklar lehine öngörülen tedbirlerin gerekli sosyal alt yapılar hazırlanarak gerçek anlamda uygulanabilmesi, şiddet mağdurlarının şiddetten arındırılmış ve insanlık onuruna yakışır koşullarda yaşayabilmeleri için ilimizde acilen kadın ve çocuk koruma evlerinin sorumlu kurumunuz tarafından hayata geçirilmesi gerekmektedir. Yaşam hakkının kutsallığı sebebiyle koruma evininin açılması ilgili kanunla belediyelere verilmiş diğer görev ve sorumluluklardan çok daha önceliklidir.”

Dilekçede Avukatlık Kanunu 76. Maddesi gereğince; hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ve korumak baroların görevi olduğu ve yasanın 2. Maddesinde de avukatlığın amacı hukuk kurallarının her derece resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde uygulanmasını sağlamak olduğu, başvurunun bu yasal dayanak uyarınca Şanlıurfa Barosu Kadın Hakları Komisyonu’nun Şanlıurfa Barosu Başkanlığı’na yaptığı başvuru neticesinde baro Yönetim Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda ilimizdeki mağdur kadınların korunmasının sağlanması için 5393 sayılı yasanın 14. Mad ile düzenlenmiş olan kadın koruma evinin hayata geçirilmesini talep edildiği açıklandı.

Şanlıurfa Barosu Kadın Hakları Komisyonu taleplerinin kabul edilmemesi halinde işlemin iptali için dava yoluna gidecek. Şayet iç hukukta sonuç alınamaz ise Komisyon, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşımaya kararlı.

Şanlıurfa Barosunun “Kadın Korunma Evi” yapılması için 4.3.2011 tarihinde Şanlıurfa Belediyesine yaptığı başvuruyu okumak için tıklayınız.

Van Barosu Kadın Hakları Danışma Merkezi 8 Mart Basın Açıklaması

[VanKadinKomisyonu]

Değerli meslektaşlarımız ve basın mensupları,

Öncelikle bu anlamlı günde bizleri yalnız bırakmayan siz değerli meslektaşlarımıza ve sesimizi duyurarak her zaman yanımızda olan siz değerli basın mensuplarına hoş geldiniz diyerek başlamak istiyoruz.

Bugün tüm dünyada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün 101.yıldönümü kutlanıyor. Yaşanan pek çok olumsuzluğun gölgesinde kutlanan bugünde bizler biliyoruz ki, kadınlarımızın pek çoğu neredeyse her gün çeşitli şiddet türlerine maruz kalmaktadır. Kadınlar ya ayrıldıkları ya da hala evli kalmak zorunda oldukları eşleri tarafından şiddete maruz kalmakta ve tecavüze uğramaktadırlar.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yaşandığı ülkemizde tablo oldukça vahimdir. Son günlerde yoğun bir şekilde yaşanan ve kamuoyuna yansıyan Ayşe Paşalı, Tuğba Dilek, Arzu Yıldırım, Ünzile Çalışkan ve daha bunun gibi birçok kadın cinayeti bu vahim tabloyu gözler önüne sermektedir.

Van Barosu Kadın Hakları Danışma Merkezi gönüllü avukatları olarak bizler 17.01.2011 tarihinden itibaren kadın hakları savunuculuğunda söz sahibi olmayı amaçlıyor ve kadına yönelik şiddetin engellenmesi, önlenmesi politikalarının bir parçası olmayı hedefliyoruz. Bu anlamda kadının güçlendirilmesi, şiddetin önlenmesi çalışmaları yapmak ve yasal mevzuatın kadınlar lehine değiştirilmesi amacı ile baskı unsuru oluşturma gayreti içerisindeyiz. Değiştirilmesini ve iyileştirilmesini istediğimiz düzenlemelerden biri de; hukukumuzda, aile içi şiddetin önlenmesine yönelik 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanundur. Bu kanun aile içi şiddete maruz kalan aile bireyinin özellikle kadınların ve çocukların korunması amacıyla şiddet uygulayan aile bireyi hakkında alınabilecek tedbirleri içermektedir. Bu kanun kapsamında şiddete uğrayan kadın Aile Mahkemesi Hakimliğine hiçbir masraf ödemeksizin başvurarak aynı gün içerisinde koruma kararı aldırabilmektedir.

4320 Sayılı Kanun kapsamında Mahkeme;

  • Şiddet uygulayan kişinin 6 aya kadar evden uzaklaştırılması veya eve yaklaşmaması ,
  • Telefon ve benzeri iletişim araçlarıyla rahatsız etmemesi,
  • Varsa silahına el konulması,
  • Ve bu süre içerisinde geçimini sağlayamayacak durumda olan mağdur kadına nafaka bağlanması, ailenin ortak giderlerinin devam zorunluluğunun sağlanması,
  • Psikolojik ve sağlık hizmetleri için çeşitli kurumlara yönlendirilmesi ve bu konuda destek verilmesi gibi tedbirlere karar verebilmektedir.

Mahkeme tarafından verilen bu tedbirlere uyulmamasının cezai yaptırımları da bulunmaktadır.

Ancak söz konusu kanun sadece aile içerisinde ve resmi nikahlı olan eşleri korumaktadır. Oysa ki, bu anlamda ülkemizin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yakın yaşam arkadaşlığını aile sayan kararlarının, ulusal hukukumuz açısından da bağlayıcılığı bulunmaktadır. Buna ilişkin olarak 4320 Sayılı Kanunda değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı taslağı hakkındaki önerilerimiz şunlardır:

  1. Yasanın adı değiştirilmelidir “Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu” olmalıdır.
  2. Yasaya boşanmış olan kadınları da şiddetten koruyan bir düzenleme getirilmelidir. Yasadan “aynı çatı” ifadesi çıkarılmalıdır.
  3. Yasada sadece resmi evlilikleri değil “her türlü” birliktelik içinde yer alan kadını şiddete karşı koruyan bir düzenleme yer almalıdır.
  4. Nafaka ile ilgili doğrudan ve en hızlı ödemeyi sağlayacak şekilde düzenleme yapılmalıdır. Buna ilişkin olarak devlet bünyesinde bir fon oluşturulmalıdır.
  5. Mağdura CMK gereği müdafii atanması, CMK’nın ilgili maddesine atıf yapılarak Yasada yer almalıdır.
  6. Son olarak aile içi şiddet suçları CMK’nın 100/3.maddesinde yer alan tutuklamayı gerektiren katalog suçlar arasında yer almalıdır.

Bugün toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık anlayışının mağdur ettiği kadının var olma günüdür. Buradan tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü kutluyoruz.

Ve Van Barosu Kadın Hakları Danışma Merkezi gönüllü avukatları olarak diyoruz ki; şiddet suçtur, cezasız kalmasın.

[VanKadinKomisyonu] Açıklamayı pdf formatında bilgisayarınıza indirmek için tıklayınız.

ÖZEL YARGILAMA SİSTEMİ ÇALIŞIYOR, TUTUKLANMA SIRASI GAZETECİLERDE!

3 Mart 2011 günü evleri ve büroları basılarak gözaltına alınan gazetecilerden Nedim Şener ve Ahmet Şık 6 Mart 2011 günü sabaha karşı İstanbul Özel Yetkili ve Görevli Ağır Ceza Mahkemesi Hakimliği’nce tutuklandı. Yazar ve akademisyen Prof. Yalçın Küçük ve dört arkadaşı da bu sabaha karşı tutuklandı.

Siyasal iktidarın yargı yolu ile baskı uygulaması özel yargılama sistemi ile yürütülüyor. Türkiye 2004 yılında Anayasasını değiştirerek devlet güvenlik mahkemelerini sona erdirmişti. O dönem Anayasa değişiklik teklifinin gerekçesine bakıldığında Avrupa Birliği uygulamalarına paralellik sağlamak nedeniyle DGM’lerin kaldırılması gerektiği belirtilmişti. Ancak AKP iktidarı hukuka karşı hile yaparak düzenlemenin hemen hemen aynısını CMK 250, 251, 252. maddelerine yerleştirerek DGM’leri devam ettirdi. Sadece ismini özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemesi ve savcılıkları olarak değiştirdi.

Siyasal iktidar Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununun çözümünde hukukun üstünlüğü ilkesine uygun bir yargı yapılanmasının gerekli olduğuna inanmıyor. Şayet inansa idi, böylesi bir özel yargılama sisteminin devamından yana olmazdı. Bu iktidar da, 12 Eylül anayasasının antidemokratik karakterini çabuk benimsedi.

İfade ve örgütlenme özgürlüğü en temel özgürlük alanıdır. Ceza mevzuatımızda bir bütün olarak (TCK, CMK, TMY, gibi…) ifade özgürlüğü sınırlandırılmıştır ve cezalandırılmaktadır. Şiddete başvuran ya da başvurmayan ayrımı yapılmadan resmi devlet ideolojisine ve siyasal iktidara aykırı söz ve davranışta bulunan herkes sistemin yargı baskısı ile karşı karşıya gelmektedir. Bir ülkede demokrasi ve insan hakları alanında ilerleme olup olmadığı o ülkenin adliye ve cezaevi uygulamalarına bakılarak anlaşılır. Türkiye’deki adliyelerde her gün insanlar tutuklanmakta, masumiyet karinesi ihlal edilmekte, çağdaş ceza muhakemesi kuralları işletilmemekte, kısacası adil yargılanma hakkına aykırı uygulamalar yapılmaktadır. Ocak 2011 sonu itibariyle Türkiye cezaevlerinde 122.404 insan bulunmaktadır. Bunların %45’i tutukludur. Cezaevlerinde haksız yere tutulan insanların da başta sağlık olmak üzere çok sayıda sorunları bulunmaktadır. Adliye ve cezaevi uygulamaları Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları alanında evrensel değerlerin çok gerisinde kaldığını göstermektedir.

İfade özgürlüğünün en önemli göstergelerinden birisi basın özgürlüğüdür. Gazeteci örgütlerinin açıklamalarına göre; 61 gazetecinin tutuklu olduğu, gazetecilere yönelik devam eden binlerce soruşturma ve binlerce davanın olduğu bir ülkede basın özgürlüğünden söz edilemez. Haber kaynakları ve siyasal iktidarı eleştiren yayınlar yapmaları nedeniyle gazetecilerin yasa dışılıkla suçlanması çağdışı bir zihniyetin ürünüdür. Ergenekon soruşturmaları ve davalarına baktığımızda hala Fırat’ın doğusunda işlenen insanlığa karşı suçlar soruşturulup, kovuşturulmadı. Suçluların büyük bir kısmının aramızda dolaştığı bir gerçektir. Peki Savcılar ne yapıyor? Şimdilik gazetecilerle ilgileniyor! Darbe teşebbüsleri yargılanıyor. Darbe yapanlar ise yargılanmıyor. Bütün bu pratikler özel yargılama sisteminin siyasal iktidar ile olan bağını gösteriyor.

Gazetecilerin tutuklu yargılanmasını kınıyoruz. Herkesin olduğu gibi gazetecilerin de tutuksuz yargılanma hakları vardır. Tutuklama ile gazetecilere ve topluma susun, görmeyin ve eleştirmeyin mesajı verilmek istenmektedir. Siyasal iktidarın bu sindirme ve korku politikasını da kınıyoruz.

Hukukun üstünlüğü herkes için gereklidir. Hukukun üstünlüğü için Özel Yargılama Sistemine ve bunun uygulayıcısı olan Özel yetkili ve görevli Ağır Ceza Mahkemelerine ve Savcılıklarına son verilmelidir.

İnsan Hakları Derneği

“KUZEY AFRİKA VE ORTADOĞUDA ŞİDDETE DUR DİYORUZ”

Günlük Evrensel GazetesiHelsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, MAZLUMDER, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi tarafından yapılan Ortak Açıklama

Yoksulluktan ve korkudan kurtulma hakkı tüm bireylere ve halklara aittir. BM ikiz sözleşmelerinde (Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi) belirtilen bu hakların kullanıldığı bir süreci yaşıyoruz. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da devam eden halk direnişleri göstermektedir ki, otoriter ve totaliter rejimler varlıklarını daha fazla devam ettiremezler.

Tunus, Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Umman ve Libya’da halk direnişleri zorla bastırılmaya çalışıldı. Son alarak Libya’da yönetimin halk direnişini bastırmak için orduyu ve paramiliter grupları kullanması ve halk üzerine ateş açma emri vermesi insanlığa karşı suçların işlenmesine sebep oldu. Libya’da öldürülen insan sayısı binlerle ifade edilmektedir.