Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (İLEF) tarafından düzenlenen “yüzde bin dört yüz: kadın, şiddet ve medya” adlı yerleştirme sergisi 3-10 Haziran 2011 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Cebeci Yerleşkesinde açık kalacak.
“Kadınları katletmeyi kendilerinde hak gören erkeklerin egemenliğine karşı, erkekleri kollayan yasalara karşı, kadınlara karşı ön yargıları her gün her saat yeniden yayan medyaya karşı; yaşama hakları ellerinden alınan tüm kadınlara” adanan sergi, Eser Köker ve Tuğba Taş ile Esma Yılmaz, Fatma Bekiroğlu, Firdevs Periloğlu, Necla Onuralmış, Oğuzhan Burak ve Sinem Kömürcü tarafından hazırlandı.
Atila Çangır, Şafak Dikmen, Bedriye Poyraz, Sevilay Çelenk, Nur Betül Çelik, Oğuzhan Taş, Cem Etyemez, Onur Turgul, Asuman Günay, Mehmet Varol, Hasan Gürgen, Levent Taban, Sezgin Yurdakul, Taner Tanay, Sifat Işık, Mine Akpınar, Çetin Fırat sergiye katkıda bulundu.
Tarih: 3-10 Haziran 2011
Yer: Ankara Üniversitesi Cebeci Yerleşkesi Öğrenci Yemekhanesi altı
Sergi için hazırlanan broşürden:
İlk bakışta gerçek dışı görünen bu rakam, Türkiye’de 7 yılda erkek şiddeti nedeniyle hayatını yitiren kadınların oranındaki artışı ifade ediyor. Türkiye’de kadınlar çeşitli bahanelerle “en yakınları” olan kocaları, babaları, kardeşleri, sevgilileri, eski kocaları ya da hiç tanımadıkları erkekler tarafından sadece kadın oldukları için öldürülüyorlar.
Üstelik adalet de erkeklerin lehine işliyor. Türk Ceza Kanunu’nun “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye” ceza indirimi uygulanacağını buyuran 29’uncu maddesi erkeklerin daha az ceza almaları yönünde kullanılabiliyor. Örneğin “aldatma şüphesi”, verilen cezaların hafifletilmesi yönünde “haksız tahrik” unsuru sayılıyor.
Peki her gün evlerimizin içine giren medya, kadın cinayetlerini nasıl temsil ediyor? Haberler, kadınların yaşam hakkını yok sayan “namus” söylemini her defasında yeniden üretiyor. “Namus cinayeti”, “yasak aşk cinayeti”, “kıskançlık cinayeti”, “töre cinayeti” gibi klişeler, cinayetleri meşrulaştırıyor. Erkek sanıkların savunmaları, “tırnaklardan azade” büyük puntolarla başlıklara taşınarak kadınların erkekleri her daim kışkırttıkları ima ediliyor: Kimi bir akrabası tarafından tecavüze uğradığı bahanesiyle, kimi bir erkekle konuştuğu bahanesiyle, kimi etek boyu kısa olduğu bahanesiyle, kimi arkadaşıyla çiğ köfte yaptığı bahanesiyle, kimi tuzluğu uzatmadığı bahanesiyle, kimi boşanmak istediği bahanesiyle öldürülmeyi hak etmiş oluyor. Medyanın eril dili, “haksız tahrik”i olumluyor. “Bir kadın cinayeti daha” cümlesiyle başlayan her bir haberle, yaşanan dehşet normalleştiriliyor. Haberler suçun ayrıntılarıyla donatılarak hikâyeleştiriliyor, “kurşun yağdırdı”, “delik deşik etti” gibi ifadelerle şiddet estetize ediliyor.
Haberler, yaşananların hakikatini göstermeye yetmiyor, tersine her “yeni” olayda izleyici gerçeğin dehşetinden daha da uzağa düşüyor, işte bu serginin evi bir dehşet mekânı olarak gösterme isteği bu düşünceden hareket ediyor. Kimileri tarafından “mutluluk mekânı” olarak tanımlanan; huzuru, güvenliği, tehlikeden korunmayı ifade eden EV kadınlar için esaretin, korkunun, şiddetin, diri diri gömülmenin mekânına dönüşebiliyor. Dinlenmenin, yenilenmenin, sevişmenin mekânı olan YATAK kimi zaman kenarına ilişip türlü korkuların yaşandığı bir yer haline gelebiliyor. Toplumsal cinsiyet rolleri içine sıkıştırılan ve ev içi mekâna hapsedilen kadınların yalnız ve yalnız evin odalarını bilmesi yeterli görülüyor. Kamusal alana çıkma, bedenine yapışan cinsiyet rollerinden sıyrılma isteğindeki kadınlara ise ölüm hak görülüyor.
Kadınları katletmeyi kendilerinde hak gören erkeklerin egemenliğine karşı, erkekleri kollayan yasalara karşı, kadınlara karşı ön yargıları her gün her saat yeniden yayan medyaya karşı; bu sergiyi yaşama hakları ellerinden alınan tüm kadınlara adıyoruz…